Ak Parti Dönemi Türkiye-ABD İlişkileri
Önsöz
ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin tarihi incelendiğinde, bu ilişkilerin hiçbir zaman tam olarak karşılıklı menfaatlerin gerçekleştirildiği, bağımsız iki ülke arasında yürütülen ilişkiler şeklinde yürütülmediğini görürüz. ABD ile Türkiye ilişkiye geçtiğinden bu yana Türkiye ikili anlaşmalarla adeta kıskaca alınmış, ABD’nin arzu etmediği herhangi bir hareketi engellenmiştir. Türkiye bu sağlıksız ilişkiden dolayı pek çok noktada kayıplar yaşamıştır ve hala da bu fatura Türkiye’nin önünde durmaktadır. Türkiye ABD’nin çizdiği çemberin dışına çıkmaya çalıştığı için politik olarak tecrit edilmekle tehdit edilmektedir. Türkiye uzun yıllar boyunca ABD’nin istemediği bir ülke ile iletişime girmekten bile geri durmak zorunda kalmıştır. Bu Türkiye’nin coğrafyasına ters bir durum teşkil etmektedir. Türkiye merkezi konumu nedeniyle bugün komşularıyla her türlü işbirliğine gitmesi gereken bir ülkedir. Türkiye’nin bulunduğu arsa çok değerlidir, kuzey batısında Avrupa, kuzey doğusunda Rusya, güneyinde Ortadoğu ve Afrika, doğusunda ise Kafkaslara komşu bir konumu vardır. ABD’nin Soğuk Savaştan bu yana Türkiye’ye yakın ilgisinin Türkiye’nin özel konumunun cazibesiyle ilgilidir. Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı çevrelemek için kullandığı Türkiye’yi bugün Ortadoğu’da hedefleri doğrultusunda kullanmakta zorlandığını görüyoruz. ABD ile Türkiye arasındaki en ciddi krizlerden biri PKK terör örgütünün 2005’te artmaya başlayan etkinliği ve şiddetli eylemler olmuştur. Türkiye’nin Ortadoğu merkezli olarak üzerinde en çok durduğu konu bu olmuştur. Türkiye’nin Irak’ta PKK’ya karşı ortak bir operasyon beklentisi ABD tarafından hiçbir zaman karşılanmadı, her zaman eksik bırakıldı. Bush yönetiminin ikinci döneminde kriz bir nebze aşıldıysa bu bugün baktığımızda Türkiye’nin güney sınırının yine bu PKK tehlikesi ile kuşatıldığını ve ABD’nin buna çanak tuttuğunu görüyoruz.
Türkiye’nin ikili ilişkilere olan güvensizliğinin altında yatan dinamiklere baktığımızda, bu dinamiklerin aslında Türkiye’nin büyük sorunları arasında yer aldığını görüyoruz. ABD’nin Ortadoğu’da müttefik ilan ettiği Türkiye’nin terör örgütü olarak tanıdığı YPG’yi askeri olarak desteklemesi bence Türkiye’yi gözden çıkardı şeklinde yorumlanmamalıdır. Fakat bu vesile ile Türkiye’ye bir mesaj verdiği açıktır. Bu mesaj ABD’nin Türkiye’nin Ortadoğu’da daha özgür bir şekilde hareket etmek ve istediği ülke ile işbirliğine gitme noktasında kaygılarını içermektedir. Türkiye’nin uzadıkça budanan, kurudukça sulanan bir ülke olarak varlığını sürdürmesi istenmektedir ve Türkiye günümüzde bin bir zorlukla mücadele ederek bir de bunun mücadelesini vermektedir.
Sonuç olarak; İlişkiler, “stratejik ortaklık” gibi kavramlarla simgeleşen yakın işbirliği dönemleri de yaşamış, müttefikler arasında rastlanmayacak türde çok ağır krizlere de sahne olmuştur.
Birinci Bölüm
- Amerikan İdealizmi, Yeni Muhafazakarlar, Trump ve Türkiye’de Muhafazakar Demokrasinin Yükselişi
-
Amerikan İdealizmi
Amerika Birleşik Devletleri 325 milyon nüfusu ile dünya nüfusun yaklaşık yüzde 4,6’sını oluşturmasına karşın uluslararası politikada etkinliği kuşkusuz bu orandan kat ve kat yüksektir. Amerikalıların bu gücün farkına varması çok uzun sürmemiştir. ABD doğal sınırlarını gördükten sonra kendi kabuğuna çekilme adını verdiği yalnızcılık politikası izlemeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz ABD’nin güçlü bir uluslararası aktör olarak sahnelere çıkmasını bir tesadüf olarak nitelendirmek doğru olmayacaktır. Bu gücün oluşmasında pek çok sebep sıralanabilir; en önemlileri bu kara parçasının el değmemiş değerlerini sömürmesi ve Amerikan devletler sisteminin çağın gerekliliklerine uygun bir şekilde kurulması gösterilebilir.
Bizi ABD’nin bu gücü nasıl elde ettiğinden daha çok bu gücün uluslararası ilişkilere ve dünya siyasetine olan izdüşümü ilgilendirmelidir. Amerikan İdealizmi öncelikle bize şunu belirtmektedir; dünyadaki en büyük güç ABD’dir ve dünyanın geri kalanı ABD’nin verdiği kararlara uymak zorundadır. Çünkü ABD insanlık adına karar verir ve bu en doğru karardır. ABD en güçlü devlet olmasından ötürü bu doğrultuda sorumluluk alır ve kararları da bu gücün sorumluluğuyla verir. John Kennedy’ye göre Amerikalıların istediklerinden değil, kader böyle istediği için, dünya özgürlük kalelerinin bekçileri olduklarını belirtir. Bu bağlamda Amerikalılar kendilerine şunu söylemektedir: ” Tanrı Amerika’ya dünyayı kurtarma görevi vermiştir”.
Soğuk savaş yıllarında daha çok öne çıkan bu düşünce ABD’nin dünya politikasında lider rolünü oynamasında meşruiyet kaynağı olarak kullanılmış ve ABD’nin bu dönemde gerçekleştirdiği operasyonlar ve işgalleri kapı açmıştır. Gücün direkt meşruiyet kazandırdığı bu yıllarda ABD bunu çok güzel bir şekilde kullanmıştır ve rakibini son tahlilde yenmiştir. Dönemin Amerikalı yazarlarının kaleme almış olduğu eserler de bu duruma şahitlik etmektedir. Bu duruma en iyi örnek ise Josiah Strong’un düşünceleri örnek verilebilir. Josiah Strong’a göre Anglo-Sakson ırkı tanrı tarafından, dünyayı uygarlaştırmak üzere seçilip görevlendirilmiştir.
Amerikan İdealizminin altında yatan bir diğer imge ise dini referanslardır. Amerikan başkanlarının da sıkça başvurduğu bu referanslar temel olarak Allah’ın Amerika’yı yeryüzündeki adaleti ve demokrasiyi dağıtma aracı olarak görmesini ifade etmektedir. Örneğin Einsenower bir konuşmasında ”Yalnızca Tanrı aşkı yüreğinde yanan bir halk, özgür olabilmek ve başkalarını özgür kılabilecek güce sahiptir” diye belirtmiştir. Bu dini imgeleri kullanma amaçlarından biri de ateist olarak nitelendirilen komünist ideolojiye karşı dünyada destek kazanmak olmuştur. Amerikan İdealizmine karşı çıkan bir grup azınlık aydın ise ABD’nin bunu fayda sağlamak adına kullandığına iddia ederek ABD’nin bunu bahane edemeyeceğini savunmuştur ve Soğuk Savaş döneminde Sovyet yöneticileri de etkilemeyi başarmışlardır. Amerikan İdealizmi uğrunda ABD’nin bir yere müdahalesi belli başlı amaçlar doğrultusunda gerçekleşmektedir. Bunlar öncelikle ABD sermayesinin maksimizasyonunu sağlamak, Amerikan şirketlerinin bu bölgelerde yapacağı anlaşmalarla sermayenin ABD’ye doğru akmasına yardım etmektedir. İkinci olarak ABD müdahale ettiği bölgenin doğal kaynaklarının ticaretinde ABD şirketlerinin öne atılmasının sağlamak, üçüncü olarak bölgede sorun yaratarak ve sonra o sorunu çözerek bölgenin ABD ideolojisini benimsemesine ve ABD ile iyi ilişkiler kurmasını sağlamak, hatta buna muhtaç etmek olarak sıralanabilir. ABD bu manipülasyon taktiğini geçmişten günümüze kadar başarıyla uygulamaktadır. Hatta bu manipülasyon taktiği ABD ile anılır olmuştur. Sorun yarat, çekil ve bekle, o sorun olgunlaşsın ve büyüsün, ardından gel ve o soruna çözüm üret, işte ABD’nin en büyük manipülasyon taktiklerinden biri budur ve ABD İdealizmi ile birlikte çokça uygulanmıştır.
Günümüzde Irak ve Afganistan savaşı ile birlikte ABD İdealizminin bir takım sorunlar yaşadığı görülmüştür. Bu iki ülkeye yapılan operasyonlar ABD’nin imajına zarar vermiştir ve ABD’ye olan güveni birçok ülkede düşürmüştür. Hatta bazı ülkelerde bu güven oranı %10’lara kadar düşmüştür. Bu güven bunalımını ABD’nin 2007 ekonomik krizi ve 2014’te Amerikan Merkez Bankası’nın tahvil alımlarını her yıl azaltarak ve sonunda artık almama kararı takip etmiş ve artık ABD’nin gücünün sorgulanmasına kadar dayanmıştır. Birçok ülke ve ABD müttefiki ülkeler ABD’nin hegemonya gücüne, ekonomisine kuşkuyla bakar olmuştur. Bu kuşkuyla bakan ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
-
Abd’de Yeni Muhafazakarlar
Neo-Con olarak da tabir edilen yeni muhafazakarların felsefi temelleri ABD’ye Avrupa’dan göç etmiş olan Leo Strauss tarafından atılmıştır. Con İngilizcedeki Conservatism’in kısaltılmasıdır ve muhafazakarlık anlamına gelmektedir. Irvin Kristol tarafından temsil edilen bu düşünce akımı ilk dönemlerinde siyasal liberalizme eleştirel yaklaşmıştır. Bu anlayışta siyasi liberalizm aile ve din kavramlarına zarar vermektedir. Bu muhafazakarlar ABD’nin güvenliği ve dış politika konularında çok sert bir tutum izlenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Muhafazakarlar ABD’yi soğuk savaş yıllarında daha sert önlemler almamakla eleştirmişlerdir. Ayrıca ABD’nin Doğu Blok’una yönelik uyguladığı çevreleme politikasına ve silahsızlanma ile ilgili attığı adımları acımasızca eleştirmişlerdir. ABD’nin silahlanmaya daha çok kaynak aktarmasını dile getiren bu yeni muhafazakarları dünyanın başka bir yerindeki muhafazakarlardan ayıran pek fark yoktu aslında, sadece ABD’dekiler dünyanın en güçlü ülkesinin muhafazakarlarıydı, yani bu ülkenin muhafazakarlarının kararları daha yıkıcı ve yıpratıcı olabilirdi.
ABD’li yeni muhafazakarlar Clinton’ın çevreleme politikasını sert bir şekilde eleştirmişler, Ayrıca İsrail ile iyi ilişkilerin ve bağların güçlü olmasını ve İsrail’in Ortadoğu’da güvenliğinin önemsenmesini savunmuşlardır.
Ayrıca Irak müdahalesinin en büyük destekleyicilerinden olmuşlardır. Bu grup özellikle 1970’ler ve sonrasında Reagan yönetimi içerisinde etkinliklerini iyice artırmışlardır. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber Sovyet tehdidinin ortadan kalkmış olmasıyla Neo-Con’ların yeni gündem maddesi artık İsrail’in güvenliği ve İslami hareketler olmuştur. Neo-Con’lara göre ABD soğuk savaşın galibi olarak liderliğini dünyaya yaymalıydı. İsrail’in güvenliğini kendi güvenlikleri gibi gören bu anlayışa göre İsrail’i tehdit eden Ortadoğu ülkeleriyle savaşılmalıydı. Bu ülkeler İran, Irak ve Sudan olarak belirtilmiştir. İsrail Neo-Con’ların yeni gündem maddesi olan Radikal İslami ideolojiler ile savaşmak konusunda ABD’nin bölgedeki en değerli stratejik ortağı ve müttefikiydi. George W. Bush’un 2000 seçimlerini kazanmasıyla Neo-Con’lar ABD’de yeniden güç kazanmaya başladılar. Ayrıca 11 Eylül saldırıları da Neo-Con’lar için tam olarak ekmeğe yağ sürülen kısmı temsil ediyordu. 11 Eylül saldırıları genç kuşaktan birçok insanı İslam karşıtlığı ile doldurulmaya açık bir hale getirmişti ve Neo-Con’ların yeni düşman olarak komünizm yerine İslam’ı koymaları bu olay sayesinde hiç de zor olmadı.
-
Trump Dönemi
Henüz dış politika ekibinin tam olarak oturduğunu söylemek için erken olabilir. D. Trump başkanlık koltuğuna oturduğu günden bu yana bir çok kere Dışişleri Bakanı’nı, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanını değiştirdi. Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) Başkanı iken ABD Başkanı D. Trump tarafından Dışişleri Bakanlığına atanan Mike Pompeo, Trump ile benzer bir politik görüş paylaşan muhafazakar bir kişi olarak biliniyor. 25 Nisan itibariyle ABD Senato’sundan onay alarak ABD Dışişleri Bakanı olan Mike Pompeo’nun Türkiye hakkındaki fikirleri ise ”Türkiye totaliter İslamcı diktatörlük” şeklinde olmuştur ve bu ifadeler Türkiye tarafından endişe ile takip edilmiştir. Bu ifadeleri Twitter üzerinden 15 Temmuz darbe girişiminin ertesi günü paylaşmış ve daha sonra darbe girişiminin gidişatına uygun olarak silmiştir. Ayrıca bugün Trump’ın çekildiği İran ile yapılan nükleer anlaşmaya da o zamandan karşı çıkmıştır. Mike Pompeo’nun İran hakkındaki görüşleri eski Dışişleri Bakanı Tillerman’e oranla Trump’a daha yakın olduğu işaret ediliyor.
Washington’da ABD dış politikasının oluşumu karışık bir görüntü vermektedir. Amerika’nın dış politikasının gerçekleştirilmesinde Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Saray, Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Savunma Bakanlığı önemli rollere sahiptir. Bu kurumlara özellikle dış politikanın onaylanması sürecinde karşımıza çıkan Kongre ve ABD’nin dış istihbaratını yürüten CIA’in de katılmasıyla Washington’da dış politika oluşum aşaması çok daha karmaşık ve kompleks bir yapı haline gelmektedir. Ayrıca zaman zaman dış politika yapım sürecinde bu tabloya Amerikalı düşünce kuruluşlar, etnik lobileri ve diğer aktif faaliyet yürüten örgütleri katmak da mümkündür. Bu kadar kompleks bir pozisyonda son karar verici ve eşgüdümü sağlayan ABD Başkanı’dır. ABD Başkanlarının dikkatlerinin iç politika konularına fazlaca yoğunlaştığı dönemlerde Washington’daki dış politika oluşturma süreci daha karmaşık bir görünüm alabilmekte, “çok başlılık” ve “çok seslilik” artmaktadır. Washington’un bir türlü “oturmayan” Trump yönetimi sırasında (ABD-Türkiye ilişkilerinde de görüldüğü gibi) böyle bir dönemden geçtiğine inananlar çoğunluktadır.
-
Türkiye’de Muhafazakar Demokrasinin Yükselişi
2000 yılı ile birlikte Türkiye’de yeni bir siyasi kriz yaşanmaya başlamıştır. Reformların tamamlanması amacıyla gönderilen KHK’ların (Kanun Hükmünde Kararname) Köşk’ten onay almamasıyla yaşanan bu krizi 19 Şubat 2001 yılındaki ekonomik kriz takip etmiştir. Ekonomik krizin faturası ise Türkiye açısından bir hayli ağır olmuştur; 1,5 milyon insan işsiz kalmış, milli gelir 50 milyar dolar erimiş, kişi başına düşen milli gelir 1080 dolara gerilemiş ve Türk lirasının alım gücü 1/3 oranında düşmüş, enflasyon %70’i aşmış ve Türk ekonomisi %8.5 oranında küçülmüştür. Ve bu yıkıntının ardından doğal bir sonuç olarak o dönem koalisyon ortaklığı yapan ANAP-MHP-DSP hükümeti iktidardan çekildi.
Milli Görüş Hareketinin içinden gelmiş olan Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül yeni bir yüzyılla beraber içinden geldikleri hareketi eleştirmeye başladılar.
Kendilerini ‘Yenilikçi’ olarak tanımlayıp başkanlık yarışında Erbakan’a rakip oldular. Rakip oldukları Erbakan ise Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne karşı duran, Müslüman ülkelere abilik ve önderlik edecek ve batı buyruğu kapitalizm ile mücadele etmesi gereken bir ülke olarak tasarlıyordu. Bu düşünce farklılığı arada bir mücadele yaratıyordu ve ayrılık çıkarıyordu. Fakat ‘Yenilikçiler’ Erbakan’a karşı başarılı olamayınca ayrılıp Ağustos 2001’de yeni bir parti kurmuşlardır.
Partini mevcut genel başkanı ve kurucularından olan Recep Tayyip Erdoğan kendilerini ‘Muhafazakar Demokrat’ olarak adlandırıyor. Bu oluşum yoluna daha çok Anavatan Partisi kökeni bulunan ve bu düşüncede olan siyasi kişilerle işbirliğine gitmiş ve içerisine katmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi adlı Türkiye’nin bu yeni partisi ilk seçimlerde %34,60 oy oranına sahip olarak tek başına iktidar olmayı başardı. Bu başarının altında tabi ki Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Başkanlığı geçmişi yatmaktadır. İktidara gelmek açısından şanslı bir dönemde oluşturulmuş olan AK Parti, tarihinin en büyük krizlerinden bir tanesini yaşamış ve koalisyon hükümetlerinden pek yarar görememiş Türk halkı tarafından belki de çözüm olarak görüldükleri için bu kadar iyi bir oy oranı kazandılar. Fakat her ne kadar kendileri kabul etmese de dönemin şartları AK Partinin başarısını yelleyen bir faktör olarak değerlendirilebilir. Erdoğan’ın ilk yıllarda tutturduğu demokrat çizgi, 2010 yılından itibaren kendisini daha çok milliyetçi söylemleri olan ve dini imgeler kullanan bir lider olarak iktidarda kalmayı başaran bir Cumhurbaşkanı’na bırakmıştır. Çok hızlı bir şekilde Avrupa Birliği yolunda önemli yollar kat eden Türkiye AKP iktidarında zamanda üyelikten çok AB ile bir kavgaya tutuşmuş vaziyette bulmuştur. Komşularla sıfır sorun ile başlayan bir süreç dış politikada pek çok komşumuz ile büyük kavgalara tutuştuğumuz bir atmosfere kaymıştır.
ABD’deki Neo-Con’lar ile Türkiye’deki bu yeni muhafazakar anlayışın benzer noktaları olsa da pek çok farklılığı da bulunmaktadır. Örneğin sınır ötesi operasyonlar ve ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi konusunda istekli olan Neo-Con’lar Türkiye’nin 1 Mart Tezkeresi kararıyla bir travma yaşamıştır.
İkinci Bölüm
-
Siyasi İlişkiler
-
İlişkilerin Gelişimi
ABD ile ilişkiler Türk Dış Politikasının en önemli kalemini oluşturmaktadır. Türkiye ABD’nin sağladığı garantiye ihtiyaç duymaktadır. Türkiye’nin diğer iç ve dış politikasına ait konular bu mevzudan etkilenmektedir. Tarihsel bir çerçevede bakıldığı zaman Türkiye ve ABD arasında karşılıklı menfaate dayalı, saygı çerçevesinde, siyasi, askeri, stratejik, ekonomik ilişkileri bulunmaktadır. Türkiye 65 yıla yakın süredir NATO (North Atlantic Treaty Organization) üyesidir ve uzun yıllar boyunca ABD ile yakın ilişkiler kurmuştur. ABD ile ikili ilişkiler pek çok konuda her düzeyde yoğun bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Ayrıca bu iki ülke arasında yüksek ziyaret trafiği bulunmaktadır. Temaslarda terörizm ile mücadele, Suriye ve Irak’taki gelişmeler, PKK ve DEAŞ ile mücadele ile birlikte NATO konuları, enerji güvenliği, Kafkaslar, Rusya, İran, Kıbrıs, Ukrayna konuları ön plana çıkmaktadır. Örneğin bu yıl ABD Dışişleri Bakanı olan Tillerson pek çok konuda görüşmek üzere Türkiye’yi ziyaret etmişti.
Diğer taraftan ABD, Türkiye’yi stratejik konumu, fiziki gücü, kalabalık nüfusu, ekonomik potansiyeli ve bölgesel ve uluslararası istikrarı etkileme kapasitesi itibariyle etkili ve aktif bir eksen ülke olarak görmektedir.
Türkiye ile ABD ilişkileri 2001 yılı itibariyle yeniden tanımlanmıştır. Zaten inişli çıkışlı seyreden bu ilişkilerin yeni boyut kazanmasına vesile olan durum ise Türkiye’nin 2001 yılında yaşadığı ekonomik krizden çıkış mücadelesiydi. ABD Türkiye’den bu konuda desteğini esirgememiştir.
İkili ilişkilerin yeniden tanımlanışında ikinci kısım ise Türkiye’nin Irak Krizindeki tutumu olmuştur.
Bu kriz/savaş, Türkiye ile ABD ilişkilerinin sınırlarının ve boyutlarının yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir.
Türkiye’nin yoğun ticari ve siyasi ilişkilerinin bulunduğu Irak’a müdahale mevzusu pek tabi ki Türkiye’nin kaygılarını açıklamaktadır. Yaşananlar ve konuşulanlar Türkiye’nin bekasını etkileyebilecek niteliktedir. Geçmişten günümüze pek çok meselede benzer çıkarlara sahip olan Türkiye ve ABD, Irak Krizi konusunda farklı noktalarda yer almıştır. Türkiye’nin en büyük kaygısı 331 km sınırının bulunduğu Irak’ın bölünmesi mevzusuydu. Eğer Türkiye Irak’ın bölünmeyeceğine ikna edilebilseydi belki duracağı nokta değişebilirdi fakat Türkiye bunun garantisini alamadı. Her ne kadar ABD sözleriyle bunun garantisini verse de yaptıklarıyla bu güvenceyi bir türlü sağlayamadı.
Türkiye’nin o dönem Irak konusunda gereksiz yere telaş ettiğine dair fikir beyan edenler herhalde daha sonra ne kadar yanıldıklarını görmüşlerdir. Türkiye’nin Irak’ta olup bitenleri büyüttüğünü iddia edenler büyük yanılgıya düşmüşlerdir. Türkiye aslında en başından beri Irak’a yapılması tasarlanan planın sadece Saddam’dan ötürü olmadığının farkındaydı. Türkiye’nin gelişmiş istihbarat ağı Irak’tan her zaman haberdardı ve bu şekilde Irak konusunda bir eli hep oyunun içerisindeydi. Türkler ABD’nin Irak’ta yapmaya çalıştığı şeyin istikrardan çok yeni devletlere ve Türkiye’ye tehdit oluşturacak unsurlara sebep olabileceğini kestirebiliyordu. Keza Türklerin hissettikleri aslında gerçek oldu. Irak bölündü, PKK Irak’ta yapılanma konusunda daha rahat bir zemin yakaladı. Türkiye Irak’ta sahip olduğu ekonomik ilişkileri sekteye uğramıştır. Türkiye gibi çok fazla ihracat yapamayan ve dış ticaret açığı olan bir ülke için bunun anlamı çok daha ciddidir.
ABD Irak müdahalesi ile Irak’ta tam olarak ne elde etti?
Bunu aslında tam şunu elde etti diyerek açıklayamayız; kimilerine göre İsrail’i tehdit eden Irak unsurları ortadan kaldırıldı ve Irak tehlikeden arındırıldı, kimi düşünürlere göre ABD Irak’ta önemli paylar elde etti ve şirketleri vasıtasıyla buradaki enerji kaynaklarının pazarlanması konusunda muazzam diyebileceğimiz imtiyazlar kazandı, kimi düşünürlere göre Irak’a Ortadoğu’ya yeni bir yön vermek için müdahale etti, bu yön verme sürecinin bir parçasını da özgür bağımsız bir Kürt devleti oluşturuyor. Bugün Kürt devleti açısından irdelersek eğer, ABD’nin tam olarak başarılı olduğunu söyleyemeyiz çünkü tam olarak tam bağımsız bir Kürt devleti kurulmuş değil ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi pek çok açıdan Bağdat’a bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Ayrıca daha sonra bu metinde irdeleyeceğimiz DEAŞ’ı ve ABD’nin bir Kürt devleti oluşturmak ve onu Türkiye sınırı boyunca yerleştirmek için DEAŞ’ı kullandığına dair tespitlerde bulunacağım. O yüzdendir ki Türkiye’nin bir ülke olarak Irak’ın varlığını ve bütünlüğünü koruma iç güdüsü ile hareket etmesi doğaldır. ABD’nin Kuzey Irak’taki başarısızlığına rağmen ABD’nin ve Türkiye’nin bölgenin geleceğini belirleme noktasında hala güçleri vardır.
2002 yılında önemli bir dönemeçten geçen Türkiye Avrupa Birliği yolunda da önemli mesafeler kat etmiştir. Bu yıldan itibaren sürdürülen ekonomik ve siyasal içerikli reformlar Türkiye için bu yol üzerinde atılmış önemli adımlardandır. ABD Türkiye’nin AB üyeliği sürecini yakından takip etmekte ve bu konu üzerine pozitif yönlü bir tutum sergilemektedir. ABD’li yetkililer tarafından da bu süreç yakın takibe alınmıştır. Çünkü ABD Türkiye’yi bölgede örnek ülke olarak sunmakta, ABD’nin bölgedeki politikalarını uygulama noktasında önemli bir yardımcısı olarak tasarlamaktadır. İki ülke ilişkilerinin en önemli boyutu ise şüphesiz terörizm ile mücadele ve demokratikleşme sürecinin desteklenmesi olarak gösterilmektedir.
-
2003-2011 Dönemi
Türk-Amerikan ilişkileri genel hatlarıyla Sovyet ve onun devamı olan Rusya’ya karşı savunmacı ve Rusya’yı kuşatıcı bir doktrin çerçevesinde şekillenmiştir. Bu konuda yaşanan birkaç pürüze rağmen iki ülkenin birbirlerinden beklentisi genel hatlarıyla üzerinde anlaşıldığı şekliyle bu hususlardır. İki ülkenin parçası olan çok taraflı kurumlar ve örgütler de temel olarak bu prensibin temelinde şekillenmişti.
Fakat bu karşılıklı olarak yakıştırılan rollerin ve beklentilerin öngörülebildiği bu dönem 11 Eylül saldırıları ile son buldu. Saldırıların ardından uygulamaya konan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi Türkiye ile olan bu doktrinden uzaklaştı ve daha savunmacı bir ABD Güvenlik Politikasının karşımıza çıkmasına sebep oldu. ABD’nin bu yeni savunmacı ofansif stratejisi Irak Savaşı’nda göreceğimiz gibi mevcut müttefiklerle olan ilişkilerin tehlikeye atılabileceği bir dönemin kapılarını aralamaya başlıyordu. Artık ABD geleneksel müttefikcilik oynamıyordu ve bu müttefiklerin önerilerini de bu kadar geniş kapsamda ciddiye almıyordu. Bu dönemde belki de ABD en önemli krizi Türkiye ile yaşıyordu. ABD Türkiye’nin diğer müttefikleri gibi Irak müdahalesine tam bir destek vermesini bekledi fakat Türkiye ekonomik krizden çıkmaya çalışıyor ve 1. Körfez Krizi sırasında yaşadığı sorunlar nedeniyle bölgede yeni bir çatışma ve savaş çıkmasını engellemek istiyordu.
Askeri operasyon tezkeresini hükümet kabul etti ve meclise getirdi fakat meclis tarafından kabul edilmeyerek reddedildi ve bu Türk hükümetinin bir manevrası olarak yorumlandı. Aslında AKP hükümeti her ne kadar bu konuyu kabul edip meclise getirse de gönülsüzlüğünü de ortaya koymuştur ve bu tezkerenin geçmesi için çaba sarf etmemiştir. ABD bu dönemde tam bir tek taraflılık ya bizdensiniz ya da düşmanımızsınız anlayışını doğurmuştur. ABD yönetimi bu konuda Türkiye’yi ve Türk askerini eleştirmiştir. Daha sonra bu durum Türk askerinin Kuzey Irak’ta ABD askerleri tarafından başına çuval geçirmek suretiyle tutuklama hadisesi ile birlikte yeni ve kötü bir boyut kazanmıştır.
ABD’nin Türkiye’nin verdiği reaksiyona ve girişimlere karşı verdiği tutum ve sergilenen yavaşlık Türkiye açısından endişe ile takip edilmiştir. Meydana gelen olay bir yandan Türkiye’de ABD’ye karşı oldukça şüpheci siyasi grupların elini güçlendiriyor, hükümetin ABD ile işbirliği konusundaki alanını daraltıyor ve daha sonra popüler kültür tarafından oldukça sık malzeme haline getiriliyordu.
-
Gezi Olayları
Gezi Parkı protestoları 31 Mayıs 2013 yılında küçük bir çevre duyarlılığı hareketi olarak başlayan ve polisin sert müdahalesi ile kitlesel bir boyut kazanan olaylara verilen bir addır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük kitlesel olaylarından biri olarak gösterilmektedir. 27 Mayıs 2013 tarihinde Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Topçu Kışlası inşası için Gezi Parkı’ndaki bazı ağaçların sökülmesini durdurmak ve protesto etmek için başlayan 50-60 kişilik eylem, ilerleyen günlerde aralarında muhalefetten siyasetçilerin de bulunduğu kitlesel bir harekete dönüşmüştür. Türkiye’ de yıl içerisinde defalarca yaşanan hadise aslında tesadüfen bu kadar büyümüş ve ilk maksadı dışına çıkarak siyasi bir anlam kazanmıştır. Olaylar İstanbul merkezli olarak yaşansa da, İzmir ve Ankara’da da büyük çaplı gösteriler düzenlenmiştir. Ayrıca pek çok büyük şehirde yine gösteriler düzenlenmiştir. İç İşleri Bakanlığı’nın 23 Haziran’da yaptığı açıklamaya göre, Bayburt ve Bingöl illeri dışında 79 ilde gösteriler düzenlendiği ifade edilmiştir. Gösterilere en az 2.5 milyon insan katıldığı da belirtilmektedir.
Gezi Olayları verilen reaksiyonların şekli ve şiddeti bakımından Türk-Amerikan ilişkilerinde üzerinde durulması gereken bir noktadır. Türkiye’nin ilişkilerini 10 yıl öncesine oranla onardığı, hatta Türkiye’nin yakın bir müttefiki olarak değerlendirilen, hükümet tarafından ise ilişiklerin hiç olmadığı kadar iyi olduğu ifade edilen bir dönemde yani 2013 yılında ABD Gezi Olayları sırasında Türkiye’yi çok zorlayan ve hükümetin beklentisinin üzerinde açıklamalar yapmıştır.
Türk Amerikan ilişkilerinin hiç olmadığı kadar iyi olduğu iddiası hem 2011 yılında eski Büyükelçiler Ross Wilson ve James Jeffrey hem de 2012 yılında 31. Türk Amerikan Konseyi sırasında Türk ve Amerikalı yetkililer tarafından dile getirilmiştir.
Ancak Gezi Olaylarının patlak vermesi ve her geçen gün artan gösteriler ve kitlesel hareketler neticesinde Amerikalı yetkililer Avrupalı yetkililer ile koordineli bir şekilde bazı tepkiler göstermeye başlamış; o dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ‘polisin sert müdahalesi kaygı vericidir. ‘ açıklamasında bulunmuş ve buna benzer birkaç cümle ile beraber Türkiye ile daha yakından çalışmak istiyoruz tarzında tam olarak ABD jargonuna uygun açıklamalarda yapmıştır.
Kerry, “gerek Türk yetkililerle görüşmelerinde, gerekse kamuoyu önünde yaptıkları açıklamalarda her zaman ifade ettikleri gibi ABD’nin, insanların barışçıl protesto düzenleme hakkı dahil, ifade ve toplanma özgürlüklerine tam destek verdiğini, çünkü bunun tüm demokrasiler için temel önemde olduğunu” dile getirdi. “Polis tarafından aşırı güç kullanımına dair haberlerden kaygılıyız” diyen Kerry, “Bu olaylara dair tam kapsamlı bir soruşturma yürütüleceğini ve bu tür olaylarda polis güçlerinden tam itidalin gösterileceğini umuyoruz” ifadesini kullandı. Buna istinaden o dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ‘ Türkiye ikinci sınıf bir demokrasi değildir” şeklinde ABD’li mevkidaşına cevap niteliğinde bir açıklama yapmıştır. Bunun üzerinde ilişkiler gerilmiştir. Benzeri açıklamalar ABD’nin Cumhuriyetçi Senatörü John McCain’den de gelmiş, ABD’nin Suriye’ye müdahalesini savunmasıyla bildiğimiz McCain, Türkiye’yi Gezi Olayları sebebiyle kendilerine has bir üslup ile eleştirmiştir. McCain eleştirinin dozunu artırarak dönemin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan için ”Pek çok Türk’ün gözünde başbakandan ziyade bir diktatör.” şeklinde bir cümle kullanmıştır.
Ayrıca McCain, bir Türk baharı beklentisinde olmadıklarını ifade etmiştir. Bu tarz açıklamalar aslında Gezi Olaylara Amerikalıların konuya yakından ilgi gösterdiklerini göstermektedir. Söz konusu ilgiyi, o yıl 32.’si düzenlenen Türk-Amerikan konseyinin ikinci buluşma toplantısında da görmek mümkündü. Toplantının yöneticisi Terence Smith idi. Toplantının katılımcıları ise Washington Post gazetesinin güvenlik ve istihbarat konularında uzman olan muhabiri Karen de Young, Brookings Enstitüsü Türkiye Direktörü olan Kemal Kirişçi, Amerikan Kongresi’nin Türk Dostluk Grubu kurucularından Washington’daki Daniel Abraham Orta Doğu Barış Merkezi Başkanı Robert Wexler olmuştur. Katılımcılar arasında ilân edilen Amerika Birleşik Devletleri Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone ise toplantıya katılmamıştır. Kongrede Türk Dostluk grubu kurucusu ve Temsilciler Meclisi eski üyesi Robert Wexler olayların sebebi olarak Türk hükümetinin Türk insanının yaşam tarzına müdahale ettiğini ve insanların ortak alanı korumak için gösterdiği küçük çaplı eylemlerin bu vesile ile siyasi bir boyut kazandığını, bu olaylarının büyüyerek sürmesinin hükümetin vatandaşlarının yaşam tarzına karışma çabasının etkisinin büyük olduğunu ifade etmiştir. Yaşam tarzı meselesinin altını çizerek siyasi görüşü olmayan gençlerin bile tepki göstermek için sokaklara döküldüğünü söylemiştir. Kirişçi ise Erdoğan’ın tavrının umut vaat etmediğini söylemiştir. 2012 yılında düzenlenen Amerikan Türk Konseyi’nde ikili ilişkiler ekonomik, siyasi ve askeri alanda konuşulup ne kadar iyi olduğu tartışılırken 2013 senesinde düzenlenen toplantıda Erdoğan ve AKP’nin olaylar karşısında sergilediği sert ve anti demokratik tutum konuşulmuştur. 31. Amerikan-Türk Konseyi toplantılarında, öne çıkan konular her ne kadar, ticaret ve iki ülke işbirliği olmuş olsa da, bu konular üzerinden ABD’nin güvenlik kaygıları da Türk tarafına iletilmiştir. Ancak içinde bulunan durumda Amerikan-Türk Konseyinde yapılan konuşmaların Türkiye’de gerçekleşen olaylar neticesinde hükümet yetkililerinin en ağır dille eleştirildiği toplantılara sahne olması ilişkilerin hükümet açısından bozulma eğilimine girme ihtimalini de öne çıkarmıştır.
Zira o dönem Başbakan olan Erdoğan’ın son ABD ziyareti sonrasında hükümetin eleştirildiği toplantılara sahne olan Brookings Enstitüsünde yaptığı konuşmada Suriye meselesini üstü kapalı olarak geçmiş daha çok ekonomik gelişmelere yer vermiştir. Suriye politikasında askeri müdahalenin gerçekleştirilmesi konusunda Başbakan Erdoğan ile aynı görüşte olmadığını ”Bu Amerika’nın tek başına yapacağı bir şey değil. Başbakan da dahil, bölgedeki kimsenin, Amerika’nın tek yanlı adımlarının Suriye’ye iyi sonuçlar getireceğini düşündüğünü sanmıyorum.” şeklinde görüşü diplomatik ifade ile belirten dönemin ABD Başkanı Obama’nın gerginliğini de sözleri ile belirtmiştir. Sonuç olarak ABD, Gezi Parkı olayları üzerinden en yetkili kişilerden son derece ağır eleştirilerde bulunarak ”hiç olmadığı kadar iyi” olduğu iddia edilen ikili ilişkilerin kırılma noktasının temellerini atmış oldu. Söz konusu gerginliğe istatistiksel olarak baktığımızda, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan ve Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalara göre gösteri özgürlüğüne saldırı 12 kez, aşırı güç kullanımına ise 11 kez başvurulduğu değiniliyor. ABD Dışişlerinin Beyaz Saray’ın açıklamalarında altı çizili bir şekilde ”polis şiddeti” ve ”aşırı güç kullanımı” ifadelerine yer vermeleri ve ABD’ni Türkiye’de gerçekleşen olaylara dair bakış açılarını ortaya çıkarmıştır. ABD ile özellikle son yıllarda çok iyi gittiğini söylenen ilişkiler, Suriye meselesinde iki taraf arasında görüş ayrılıklarına yol açmış, ve son kertede üstü kapalı bir çekişme şeklini almıştır. O dönemde yapılan açıklamalar ABD’nin Erdoğan’ın tavrını onaylamadığını o dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tavrının olumlu bulunduğunu göstermektedir. Bunu Erdoğan’ın ABD gezisi sırasında yaşadığı gerginliğe bağlayabiliriz.
-
15 Temmuz Darbe Girişimi
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üzerinden neredeyse 6 yıl geçti. Türkiye çok zor bir süreçten geçiyor ve ülkemiz her gün yeni bir gündem maddesi ile uyanıyor. Darbe girişimi de bu sürecin en zor halkalarından bir tanesini ifade etmektedir.
Bir önceki maddede de açıklamaya çalıştığım 2013 Gezi Olaylarından bu yana Türkiye’nin rahat geçirdiği bir zaman dilimi yoktur.
15 Temmuz darbe girişiminin aslında tam olarak ne anlama geldiği eldeki delillere, sorgulamalara ve tahminlere dayalı. Belki tam olarak doğru bir analiz için erken ve Türkiye’ye çok zaman lazım. Evet Türkiye bazı şeyleri sormakta bile zorlandığımız, karanlık bir dönemden geçiyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde medya hiç bu kadar etkili kullanılmadı. Aylarca ulusal televizyon kanalları 15 Temmuz Darbe Girişimini halka yansıtmaya çalıştılar.
Türkiye’de zaman zaman darbeler olsa da, Latin Amerika veya Ortadoğu ülkeleri gibi cunta rejimleri yönetimde bulunmaz, gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra sahneyi siyasetçilere bırakır. Yunanistan da bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen bu konuda Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerine benzemektedir. Bu cunta rejimleri uzun yıllar bu ülkelerde yönetimde bulundukları için ekonomik krizlerden, işsizlikten yani her şeyden sorumlu olurlar. Türkiye’de ise darbeciler bu şekilde yıllarca ülkeyi yönetmedikleri, gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra kışlalara çekildikleri için Latin Amerika ülkeleri gibi halkın bıktığı ve hatta nefret ettiği bir durumla yüzleşmediler. Türkiye’de askeriye saygınlığını hep korumuştur bu yüzden. Türkiye 38 yıl önce yaşanan 1980 darbesinin utancını hala hissederken 2016 yılında, artık Türkiye’de asla darbe olmaz dediğimiz bir zaman diliminde bir darbe girişimiyle yüz yüze geldi.
-
Vize Krizi
ABD’nin askıya aldığı “göçmen olmayan vizeler” uygulaması; turistik, iş, geçici çalışma, eğitim veya tıbbi tedavi amacıyla ABD’ye geçici olarak gitmek isteyen kişilere yönelik. Dolayısıyla mevcut durumda bir ABD vizesine sahip olmayan Türk vatandaşlarının, kararın hükmü süresince Türkiye’deki ABD temsilciliklerinden vize alabilmesi mümkün değil. Ancak turizm istatistikleri incelendiğinde Amerika’nın, Türk vatandaşları açısından kritik bir turizm noktası olduğu görülüyor.
Zira ABD, Türk vatandaşlarının ziyaret etmeyi en çok sevdiği ülkelerden biri. 2016 yılında ABD’ye ziyaret gerçekleştirenlerin sayısı 313.654 oldu. Ülkemizden Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Almanya’dan sonra en fazla seyahat Amerika’ya yapılmış.
15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında Fethullah Gülen ve cemaatinin yurt dışında gerçekleştirdiği faaliyetler, Türkiye’nin başlıca dış politika önceliğine dönüşmüştür. Vize krizi sürecini başlatan da, darbe girişiminin baş sorumlusu da Fethullah Gülen’dir. Ankara Fethullah Gülen ile ilgili talepleri doğrultusunda Washington’dan istediği yanıtı alamamıştır. Bu arada Gülen 1999’dan beri ABD de Pensilvanya eyaletinde yaşamaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski ABD Başkanı Barack Obama ve şuan ki halefi olan Donald Trump ile yaptığı görüşmelerde iade talebini tekrar ve tekrar gündeme getirse de, Ağustos 2016’da Gülen’in ABD’den Türkiye’ye iadesi için yapılan başvurular sonuçsuz kalmıştır. Geçen yıl dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ Gülen’in iadesi için Amerika’ya ziyarette bulunmuş, hatta Gülen için geçici tutuklama talebinde bulunmuştur. Ekim ayında ise yeni Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Fethullah Gülen’in ABD’den iadesiyle ilgili dosyanın tamamlandığını ve süreçle ilgili hiçbir eksiğin kalmadığını ifade etmiştir. Türkiye bu taleplere rağmen Washington’dan istediğini alamamıştır.
Suriye’de YPG anlaşmazlığı, IŞİD ile mücadele ve toprak bütünlüğü ile ilgili problemler de dahil birçok sorun olsa da, ABD Türkiye diplomatik mesainin odağında Gülen’in iadesi vardı. Türkiye’nin öncelikli isteği, ABD’nin Gülen’i geçici olarak göz altına alması ve gönderilen delil ve dosyalar ışığında yargılanmak üzere Gülen’in Türkiye’ye iade edilmesiydi. Ancak ABD Adalet Bakanlığı’na iletilen bu dosyaların federal mahkemelere gönderilmediği ortaya çıkmıştır. Bu da ABD’nin bu konu üzerinde isteksizliğini gösteriyor ve bu sorun iki ülke arasında problem olmaya devam ediyor.
ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nda çalışan Metin Topuz, 15 Temmuz Darbe Girişiminden sorumlu tutulan Fethullah Gülen’le bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanması, fitili ateşleyen sebep olarak öne çıkmaktadır.
Dışişleri Bakanlığı Metin Topuz’un ”ABD Konsolosluğu’nun kayıtlı personeli olarak diplomatik listede olmadığını” söylemiştir. Ayrıca Bakanlık Türk vatandaşı olan Topuz’un diplomatik dokunulmazlığının olmadığını belirtse de, ABD’nin beklentisi yargı süreciyle ilgili işbirliği ve hukuka dayalı bir mahkemede yargılanmaktı, medyada yargılanması değil.
ABD’de yayımlanan New York Times gazetesinin haberine göre, çifte pasaportlu vatandaşlar ve ABD’li papaz Andrew Craig Brunson gibi yabancılar dahil ‘darbe teşebbüsü’ ve ‘casusluk’ gibi suçlamalarla, 12 ABD uyruklu vatandaş tutuklanmış durumda. ABD ise İran asıllı Türk vatandaşı ve işadamı Reza Zarrab’ın tutuklu yargılandığı dava kapsamında Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla ve Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın tutukluluğunu istemiştir. Sebebi ise İran’a uygulanan ambargoyu delmek olarak açıklanmıştır. Metin Topuz’un tutuklanmasının ardından ABD Büyükelçiliği ”Türkiye’den başvurular süresiz durduruldu” açıklaması yaptı. Washington’ın Türkiye’den vize başvurularını askıya alması üzerine misilleme olarak Ankara’nın da ABD vatandaşlarına uyguladığı vize prosedürünü geçici olarak durdurması, iki ülke arasında bugüne kadar en kapsamlı diplomatik yaptırım olarak görülüyor. Amerikan basınına göre Washington’da ”Türkiye bir rehin alma politikası mı izliyor?” kanaati doğarken, bu algının bir tezahürü de ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass’ın Türk hükümetinin ”adalet değil intikam peşinde” olduğu yönündeki açıklamasıydı.
Daha önce de vizelerin askıya alınması, 2003 yılında ABD işle yürütülen 1 Mart tezkeresi müzakereleri sonrasında ve 2014’te ABD’li askerlerin başına çuval geçirilmesi gibi olaylarda yaşanmıştı fakat bu son olay diğerlerinden farklılaşıyordu. Nedeni ise vize uygulamasının ”her iki ülke vatandaşlarına sirayet edecek” kadar kapsamlı olması. ABD ve Türkiye her zaman sıkıntılı süreçlerden geçmişlerdi ancak bütün Amerikan ve Türk vatandaşlarının birbirlerinin ülkelerinden mahrum bırakacak türden bir yaptırımı hatırlamak güçtür.
Washington’ın vize kararına 3-4 saat içinde Türk tarafının misilleme gerçekleştirmesi aslında Türkiye’nin böyle bir karara hazırlıklı olduğunu göstermektedir. Vize krizi günümüz itibariyle çözülse de zaman zaman ABD Başkonsoloslukları Türk vatandaşlarının vize randevularını ertelemekte ya da bazı günler kapalı olmaktadır. Vizelerin kısıtlamalarının karşılıklı olarak kaldırılmasıyla birlikte ABD Ankara Büyükelçiliği ”Türk hükümetinin üst düzeyde sağladığı güvenceye bağlı kaldığı” belirtildi.
Üçüncü Bölüm
-
Ekonomik İlişkiler
-
İki Ülke Arasında Ekonomik İlişkiler
Şüphesiz ABD dünyanın en büyük ekonomisi ve en önemli endüstri merkezine sahip olan ülkedir. Aynı zamanda ABD, dünyanın en büyük enerji üreticisi, tüketicisi ve ithalatçısı olmakla beraber, petrol üretiminde dünya üçüncüsü, tüketiminde dünya birincisi ve ağırlıklı olarak hizmet sektörüne dayalı ekonomisi olan bir devlettir. 2011 yılındaki rakamlara göre ABD’nin 2.2 trilyon dolar ithalatına karşılık, 1.4 trilyon dolar ihracatı bulunmakta ve Türkiye ABD’nin ihracatında 21. sırada ithalatında ise 45. sıradadır. Türkiye ABD tarafından Ulusal İhracat İnsiyatifi politikası çerçevesinde ihracatın 2 katına çıkarılması kararı gereği 5-10 yıllık dönemde potansiyel arz eden ülkeler arasında gösterilmiştir. Türkiye istatistik verilerine göre ABD; Türkiye’nin Almanya, İngiltere, Irak ve İtalya’dan sonra en fazla ihracat yaptığı 5. ülke. ABD’nin 2016 yılı Türkiye’nin toplam ihracatı içerisindeki payı da %4,6. Benzer bir durum ithalatta da söz konusu. Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı 20 ülke içerisinde ABD, Çin, Almanya ve Rusya’yı takiben 4. sırada yer alıyor.
ABD ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin siyasi krizlerden pek etkilenmediğini görüyoruz. Türkiye İsrail ile siyasi açıdan çok kötü süreçlerden geçtiği sırada bile İsrail ile olan ticari ilişkilerini geliştirmiş ve rakamları artırmıştır. Bu aslında Türkiye’nin siyasi ve ekonomik ilişkileri çok fazla birbiriyle bağdaştırmadığını bize göstermektedir.
Dördüncü Bölüm
-
Jeopolitik Eksende Bölgesel Sorunlar
-
Irak Savaşı ve Sonrası İkili İlişkiler
ABD Irak operasyonu için halihazırda müttefiki ve Irak’a sınırı olan Türkiye’ye ihtiyacı olduğunun farkındaydı. Türkiye de süreci takip ederken bunun farkındaydı ve buna göre hareket ediyordu. ABD’de artık yeni muhafazakarlar yani Neo-Con’lar iktidardaydı ve 11 Eylül saldırıları da bahane edilerek Irak’a girilmeye çalışılıyordu. AKP iktidarı öncesinde Ecevit ile bu konu hakkında temas sağlamışlardı ve MHP’yi de ikna etmeye çalışmışlardı fakat ulusalcı duruşuyla bilinen MHP de yanaşmamıştı. Onları ikna etmenin mümkün olmadığını anlayan ABD’li yetkililer bu dönemde sık sık AKP kurucularıyla görüşmeler halindeydi. AKP iktidara geldikten sonra ABD Irak işgali ile ilgili temaslarını arttırdı ve bu konu üzerinde Türkiye’ye daha fazla baskı kurmaya başladı. 2003 yılına gelindiğinde ise ABD’nin Irak işgali iyice netlik kazanmaya ve planlar oturmaya başladı ve Türkiye’ye olan talepler daha da netleşti. Bu talepler içerisinde askeri donanımını yani 250 uçak ve 65 helikopter, 60,000 askerini Türkiye’ye getirmek, Türkiye’nin 12 limanını kullanmak ve getirdiği askerlerin hemen hemen yarısını Türkiye’de konuşlandırmak ve kalanı ile işgali yapmak vardı. Bu arada Irak’a yönelik operasyon konusunda NATO üyesi ülkeler arasında da bölünmeler yaşanıyordu. Irak’a bir operasyon sırasında Türkiye’nin NATO tarafından korunması konusunda Almanya, Fransa, Belçika, Türkiye’ye herhangi bir garanti vermezken özellikle Fransa ABD ile gerginlik yaşamıştır. Türkiye ayrıca kuzey cephesinin açılması konusunda ABD ile sıkı pazarlık yapıyordu ve büyük bir ekonomik maliyet çıkarıyordu. Ekonomik maliyetler konusu engel oldukça bazı ABD basın yayın organları Türkiye’nin müttefikliğini bile sorgulamıştır.
Sonunda Irak operasyonu için hükümet tarafından hazırlanan tezkere meclise sunulma aşamasına geldi. ABD son hamle olarak Türk milletvekillerini gruplar halinde büyükelçiliğe davet ederek ikna etme girişimlerinde bulundu.
Kamuoyunun karşı çıktığı bu tezkereye asker de net bir tavır sergilemekten kaçınıyordu. Yani açık olarak ne hükümet ne de asker bu tezkerenin sonuçlarını sahiplenmek istememekteydi. 1 Mart 2003’te gerçekleştirilen oylamada milletvekillerinden 264’ü kabul oyu verirken 250’si ret oyu verdi ve 19 oy da çekimserdi. 533 milletvekilinin katıldığı oylamada salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere geçmedi. TBMM’nin iç tüzüğü gereği bu sayının 267 kabul oyu sağlaması gerekiyordu ve 3 oy ile kabul edilmemiş oldu. Bu durum ABD-Türk ilişkileri bakımından sancılı bir sürecin kapılarını araladı. Hem ABD hem de Türkiye açısından tezkerenin geçmemesi şaşkınlık yaratmıştır. ABD tarafından da Türk kamuoyunun %94 bu savaşa karşı olduğu biliniyordu fakat ABD Türk politikacılara teklif ettiği ekonomik yardımlara rağmen Türkiye’nin tezkereyi ret etmesini beklemiyordu. ABD sonuçta büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ve ilk tepkiyi ABD’nin Türkiye eski Büyükelçisi Mark Grossman tarafından Türkiye’nin Irak’ın geleceğinde rol alma şansını yitirdiği şeklinde verilmiştir. Ayrıca Türkiye’yi Irak’a karşı tek taraflı bir girişimde bulunmaması konusunda uyarmıştır. Dönemin ABD Savunma Bakanı Türk askerinin liderlik göstermekten uzak olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Fakat her şeye rağmen ABD yine de Türkiye’yi tam olarak karşısına alıp cezalandırmak istemedi çünkü Türkiye’nin hava sahasını kullanmak istiyordu. Türkiye de 21 Mart’ta ABD’nin hava sahasını kullanmasına izin vermiştir. Tezkerenin geçmemesi Türk kamuoyu tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu AKP iktidarının da halkın gözüne istemeden de olsa girmesine vesile olmuştur. Türk halkı bir bakıma ABD’nin isteklerine karşı gelinmesinden ve kendi fikirlerinin mecliste karşılık bulmasından mutluydu. Türk meclisinin bu kararı Türkiye’nin Ortadoğu’daki imajını düzeltmesine de katkı sağlamıştır ve bölgede kabul edilebilirliğini arttırmıştır. Ayrıca Türkiye’ye bu bölgede daha fazla manevra alanı kazandırmıştır.
Sonuç olarak ABD ile Türkiye arasındaki Irak meselesi üzerinden yürüyen gerginliğin sebebi Türkiye’nin bölge adına hissettiği korkular ve kaygılardır. Türkiye bölgede oluşacak bir otorite boşluğundan çekinmekteydi. Hem bölgenin geleceği, hem de kendi geleceği için bu tür bir otorite boşluğunun başta Kuzey Irak’ta ortaya çıkabilecek bir Kürt devleti olmak üzere ciddi sonuçlar doğurabileceğinden endişeliydi. Kendi güvenliği kadar Kuzey Irak’taki Türkmen azınlığın da güvenliği Türkiye için ön plandaydı.
Bugün bu analizleri yaptığımız 2018 senesinde dönüp baktığımızda Türkiye’nin kaygılarının yersiz olmadığını görüyoruz. Makalenin ileriki kısmında bahsedeceğim gibi bu kaygılar hem Kuzey Irak’ta bağımsızlığı için uğraşan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi, hem de kantonları birleştirmeye çalışan YPG/PYD terör örgütleri aracılığıyla sürmektedir. Türkiye bölgede petrol açısından zengin olan Kerkük vilayetinin Kürtlerin eline geçmesi ihtimalinden de kaygı duymaktaydı. Irak ve özellikle Kuzey Irak mevzubahis olunduğunda Türkiye için bir başka dikkat çeken unsur PKK terör örgütüdür. Türkiye bu terör örgütünün faaliyetlerinin artmasından endişe duyuyordu ve zamanla bu endişeler de birer birer yerini bulmuştur. Gerek ABD, gerekse Bölgesel Kürt Hükümeti Irak’ın kuzeyinde kamplaşmış PKK’nın üzerine gitmemiş ve işgalden sonra PKK tarafından Türkiye’ye yönelik terör olayları artış göstermiştir.
-
Suriye Savaşı; IŞİD, PKK/PYD ve Türkiye’nin Operasyonları Çevresinde Gelişen İlişkiler
ABD-Türkiye ilişkileri Suriye krizine gelene kadar ciddi darbeler almış, uzun süren soğukluklar yaşanmış fakat bütün krizlere rağmen son kertede karşılıklı çıkarlar ağır basmıştır. Sonuç olarak ikili ilişkiler her krizden sonra onarılıp kalındığı yerden devam ettirilmiştir. 1 Mart Tezkeresi krizinin ardından bile karşılıklı manevralarla normalleşme sürecine girilmiş ve ilişkiler ”stratejik ortaklık” kavramına kavuşmuştur. Fakat bugün Suriye krizine ile Türkiye’nin girmiş olduğu türbülans diğerlerinden daha farklı bir boyut kazandı.
Kısaca Suriye’deki durumu açıklamak istiyorum. Suriye Devlet Başkanı Esad’a karşı başlayan protestolardan bu yana 7 yıl gibi bir süre geçti ve bu durum iç savaşa dönüştü. Suriye’de bugün iç savaş dahil sınırlı savaş ve gerilla savaşı da görülmektedir. Bugün Suriye küresel güçlerin cirit attığı bir yıkık ülkedir.
İran, Rusya, Suudi Arabistan ve ABD gibi küresel ve bölgesel güçlerin karıştığı ve kimin kimle savaşmakta olduğunun bile zaman zaman karıştığı bir kaos hali Suriye’de egemen olan atmosferdir.
Savaşta sadece aktör olarak devletlerden bahsedemeyiz, zira IŞİD ve YPG/PYD gibi ciddi anlamda güç kazanmış terör örgütleri de işin içinde. Türkiye ise terör örgütü olarak tanımladığı ve ulusal güvenliğe tehdit unsur olarak gördüğü PKK’nın uzantısı olan YPG, PYD, SGD ve IŞİD’e karşı askeri operasyonlar düzenliyor.Girilen krize bakacak olursak, ABD yönetimi Suriye’deki Kürt bölgesini korumak için bir sınır güvenlik gücü kurma kararı aldı. Gelişmelere kronolojik olarak baktığımızda, aslında Türkiye’nin Suriye krizinde kalıcı olarak yer almasının başladığı tarih 15 Ekim 2016 tarihidir. Türkiye ve ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) terör örgütü IŞİD’in kontrolünde bulunan Dabık’ı temizlemek için bir operasyon başlattı. Operasyondan sonra ABD Türkiye’yi bölgede IŞİD unsurlarını temizlediği için tebrik etti. 20 Ocak 2017’de Türkiye, terör örgütü IŞİD’e karşı sınır temizliğinin El Bab’a kadar ilerleyeceğini açıkladı ve ABD yönetimi Türkiye’nin sınırın 20 kilometre içerisine geçmemesini istediğini ulaştırdı. Daha sonra Türkiye, ABD’ye vurmaları için verdikleri IŞİD koordinatlarını vurmadığını anlayınca Şubat 2017’de ABD’nin bu duruma olan tavrına karşı TSK ve ÖSO güçleri El Bab’a ilerledi. Operasyonun Fırat Kalkanı ismini aldı. Kent terör örgütünden temizlendi ve bölgede PKK’nın yan örgütü PYD’nin bir terör koridoru oluşturma girişimine geçici de olsa bir darbe vurulmuş oldu. 3 mart 2017’de Türkiye ABD’nin verdiği sözlere uymasını ve terör örgütü PYD’nin Münbiç’ten çekilmesini istedi. Türkiye’nin gerekli görüldüğü taktirde Münbiç’e bir operasyon başlatacağı ifade edildi. ABD yönetimi de Esad ile PYD’nin anlaşmasına izin verdi. Bu anlaşma Türkiye’nin Münbiç için hareketlenmesi vesilesi ile Fırat Kalkanı ile Münbiç arasında kalan bölgenin rejim güçlerine teslim edilmesini içeriyordu. Amaç Türkiye’nin direk PYD güçlerine saldırmasını önlemek ve bunu yapmak için Suriye rejimi ile çatışmak zorunda bırakmaktı. Bu da Türkiye’nin omuzlarına daha fazla yük binmesi anlamını taşıyordu. 25 Nisan’a gelindiğinde ise Türkiye, PYD/PKK terör örgütünün Suriye’deki yuvalarını hedef adlı. Karakoç’taki PKK hedeflerine düzenlenen operasyonla örgüte ağır darbe indirildi. ABD yönetimi ise NATO müttefiki Türkiye’ye karşı PYD/PKK terör örgütünün yanında saf tuttu. Hatta ABD’li üst düzey komutanlar Türkiye’nin vurduğu noktaları PKK’lı teröristlerle beraber gezdi.
ABD Başkanı Donald Trump, terör örgütü PYD/PKK’ya ağır silah verilmesini kararını 10 Mayıs’ta aldı ve 11 Mayıs’ta ağır silah sevkiyatı gerçekleştirilmeye başlandı BU durum Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde büyük bir kırılmaya yol açtı.
16 Mayıs tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi ve Beyaz Sarayda Donald Trump ile görüştü. Erdoğan terör örgütü PKK’ya verilen desteğin kesilmesi ve Rakka operasyonu için Türkiye ile birlikte hareket edilmesi gündemleri ile gitti. Yeni ABD Başkanı’nın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Washington’da yaptığı ilk görüşme Türkiye’nin istediğini vermedi ve aradaki pürüzleri gidermedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, YPG ve PYD’den Türk topraklarına yöneltilecek herhangi bir saldırı karşısında sessiz kalınmayacağını ve angajman kurallarını devreye sokarak aynı El Bab ve Cerablus’taki gibi karşılık verileceğini bildirdi. Terör örgütü PKK/PYD yanlıları Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin önünde toplanan Türk gruba saldırdı ve ABD polisi duruma engel olmadı. Türk korumalar devreye girerek olayı engelledi fakat bu olay ABD basını ve yetkililerince anti Türk propagandasında bir malzemeye dönüştürüldü ve kullanıldı. 30 Ağustos’ta Türk korumalarla ilgili dava açıldı. Dava Türkiye’nin tepkisini çekmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Trump’ın bir diğer görüşmesi 22 Eylül 2017’de New York’ta 72. Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısı çerçevesinde gerçekleşti. Donald Trump Cumhurbaşkanı Erdoğan için ”benim arkadaşım oldu” ifadesini kullandı ve Türkiye ile hiç olmadıkları kadar iyi olduklarını iddia etti.
Sonuç
Tüm bu gündem maddeleri ve eldeki argümanın bize işaret ettiği şekilde ABD Türkiye ilişkileri karşılıklı menfaate dayanmaktadır. Karşılıklı olarak verilen tüm toleransların sebebi de budur. ABD’nin belki tam olarak böyle bir zorunluluğu yok fakat görünen tablo bunu işaret ediyor. Bu sebeptendir ki ABD hiçbir zaman tam olarak Türkiye’ye sırtını dönmemiştir, ve Türkiye zaten böyle bir lüksünün olduğunu hiç iddia etmedik her ne kadar 1 Mart Tezkeresi meselesinde olduğu gibi ABD’yi ABD’nin tabiri ile yarı yolda bıraksa da. Zaten Türkiye’nin dış politikası ABD ile olan ilişkileri çerçevesinde geliştiği için Türkiye bu dengeyi korumak zorunda kalmıştır. Bu açıdan ilişkileri artan ve azalan, inişli çıkışlı bir grafiğe benzetebiliriz. Fakat bugün, geçmiş meselelere nazaran Suriye krizinin daha ciddi bir sorun olduğu şeklinde yorumlanmaktadır ve iki ülke ilişkilerini geri dönülemez bir noktaya getirebileceği düşüncesi hakim olmuştur. Elbette bunun belli başlı nedenleri vardır. En önemli nedeni sürecin henüz sonuçlanmamış olması ve sonunda neler getireceğinin bilinememesi. Yani Türkiye henüz ABD ile bu problemi çözebilmiş değil. Türkiye’nin ABD ile Suriye’de zıtlaşmasının ‘en riskli ters düşme’ şeklinde yorumlanmasının en önemli sebebi Türkiye’nin sınır ötesinde ABD tarafından silahlandırıldığı ve desteklendiği bilinen ve ABD’nin de reddetmediği ve Türk tarafının da terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgütle zaman zaman sınırlı savaşa girmesidir. Türkiye El Bab’ta IŞİD’e karşı giriştiği ‘Fırat Kalkanı’ operasyonu ile aslında ABD’ye karşı zekice bir hamle yapmıştır. Burada, bu operasyonla ben de oyunda varım demiş, hem Kürt kantonlarını bölmüş ikiye ayırmış, hem de IŞİD ile savaşmış ve sınırını temizlemiştir. Dünya medyası her ne kadar Türkiye’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü operasyonu görmezden gelse de ilk kez bir NATO ülkesi IŞİD’i sadece havadan bombalamak yerine bir kara operasyonu yapmıştı. Dünya medyasının mevzu Türkiye olunca ne kadar iyi üç maymunu oynadığını biliyoruz. Bu operasyonun TSK’ya getirdiği özgüven ise bir diğer önemle altı çizilmesi gereken unsur olarak karşımızda durmaktadır. Bu özgüven Türkiye’ye Afrin’de gerçekleştireceği Zeytin Dalı Operasyonu konusunda daha kendinden emin hareket etmesini sağlamıştır.
ABD’nin Ortadoğu’ya olan ilgisi bu şekilde devamlılık gösterdikçe Türkiye ile belki yan yana, belki karşı karşıya fakat hep bir ilişki içerisinde olacağı muhakkaktır.
Sonuçta Türkiye Ortadoğu bölgesinin en önemli komşularından biridir, kimi değerlendirmelere göre bir Ortadoğu ülkesidir fakat ben buna katılmıyorum, ve Türkiye kendi gelişimini komşularının iyiliğinde gördüğü için bölgedeki sorunların çözülmesi için büyük çaba göstermektedir. ABD Türkiye ile olan ilişkilerini Ortadoğu üzerinden yürütürken Türkiye’nin dış politikası ABD ile olan ilişkileri çerçevesinde gelişmektedir. Örneğin Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini güçlendirme çabası ABD’nin bölgedeki faaliyetlerini sınırlandırmak ve Türkiye’nin isterse istediğini yapabileceğini göstermek amacıyla yapılmaktadır.
Kaynakça
Çelikkol, O. (2018, 4 3). Başkan Trump ve Dış Politikası. Hürriyet : http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/oguz-celikkol/baskan-trump-ve-abd-dis-politikasi-40792590 adresinden alındı
Akbal, Ö. (2013, 6 11). Gezi Parkı: AKP-ABD İlişkilerinin Dönüm Noktası. 21. YÜZYIL TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ: http://www.21yyte.org/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2013/06/11/7046/gezi-parki-akp-abd-iliskisinin-donum-noktasi adresinden alındı
Amerikanın Sesi. (2005, 4 15). Türkiye’yle ABD Görüş Birliği İçindeyiz. Amerikanın Sesi: https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-2005-04-15-voa2-87976927/836923.html adresinden alındı
Ayata, A., & Ercan, M. (2007). Soğuk Savaş Sonrası Ortaya Çıkan Bölgesel Sorunlar Bağlamında Türkiye-ABD İlişkilerinin Kazandığı Yeni Boyutlar. Dergipark Akademik, 18-32.
Ağır, H., & Metin, M. (2015). TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ DIŞ TİCARET GÖSTERGELERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME. KSU İİbf Dergisi, 13-16.
BBC. (2017, 10 9). 4 soruda ABD-Türkiye vize krizinin diplomatik boyutu . BBC: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41552996 adresinden alındı
Claude, J. (1969). Amerikan İmaratorluğu. Ankara: Hitit Yayınları.
Demir, T. (2012, 6 12). Türkiyenin Washington Büyükelçisi Tan: -Türk-Amerikan ilişkileri 7 gün, 24 saat devam ediyor . Haber 3: https://www.haber3.com/guncel/amerikan-turk-konseyi-31-yillik-konferansi-turkiyenin-washington-haberi-1333580 adresinden alındı
Ergin, S. (2013, 6 11). Galiba Obama da çapulculardan yana. Hürriyet: http://www.hurriyet.com.tr/galiba-obama-da-capulculardan-yana-23477375 adresinden alındı
Ergin, S. (2018, 1 18). Türkiye ABD İlişkileri Nereye? Hürriyet: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/turkiye-abd-iliskileri-nereye-40713514 adresinden alındı
İşyar, Ö. G. (2009). Karşılaştırmalı Dış Politikalar. Bursa: Dora Yayıncılık.
Kömürcü, M. C. (2018, 1 26). Suriye’de Neden İç Savaş Çıktı? Molatik: http://www.milliyet.com.tr/Suriye-de-neden-ic-savas-cikti–molatik-300/ adresinden alındı
Kanat, K. B. (2016, 3 29). ABD tek taraflılığı ve Türk-Amerikan ilişkileri. Al Jazeera: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/abd-tek-tarafliligi-ve-turk-amerikan-iliskileri adresinden alındı
Oran, B. (2013). Türk Dış Politikası. İstanbul: İletişim Yayınları.
Turkishny. (2013, 6 9). Türkiye-ABD İlişkileri Hiç Olmadığı Kadar iyi. TurkishNY: http://www.turkishny.com/hot-special-news/93-hot-special-news/111541-turkiye-abd-iliskileri-hic-olmadigi-kadar-iyi/printing adresinden alındı
Uyar, V. (2017, 10 10). Türk-ABD Ekonomik İlişkileri. Doğruluk Payı: http://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-abd-ekonomik-iliskileri adresinden alındı
Uyar, V. (2017.10 10). Türk-ABD Ekonomik ilişkileri. Doğruluk payı. adresinden alındı