Aliya İzzetbegoviç-İslam Deklarasyonu Kitap Analizi
ALİYA İZZETBEGOVİÇ – İSLAM DEKLARASYONU
KİTAP ANALİZİ
İslam Deklarasyonu kitabı, isminden de anlaşılacağı gibi bir bildiri şeklinde insanlara sunulmuştur. Ancak bir dinle bağdaştırılmış olan bu tarz eserlerde rastlanması zor olan birkaç kelime bulunmaktadır. Bunlardan biri olan “sentez” kelimesi, Aliya’nın, ‘geçmişte ve günümüzde her daim değişime açık olan İslami fikirlerin en doğru şekilde bütünleştirilmesi’ şeklinde kullandığı bir ifadedir. İslam’ın değişime açık olduğu en doğru zaman diliminde bu sentezi gerçekleştirmesi gereken kesim Müslüman halk iken, bunun Müslüman olmayan halk tarafından fark edilmesi acı bir durum olarak görülmektedir. Aliya, ne İslam’ı ne de Müslümanları eleştirmiştir. Aliya’nın İslam hakkındaki görüşlerine; savaş içerisinde doğmuş, savaşla büyümüş ve zor şartlar altında yetişmiş küçük bir çocuğun verdiği mücadelenin sonunda, kendini kaybetmesi ve nereden geldiğini, ne şartlardan geçtiğini unutması gibi bir örnek verilebilir. O küçük çocuğun kendini kaybetmesinin sebebi, üzerinde kurulan maddi ve siyasi baskı değil, manevi ve kültürel baskı olmasından kaynaklanmaktadır. Burada görev o küçük çocuğun kendisine yani Müslümanlara düşmektedir. Doğu ve Batı medeniyetlerinden eksik görülmemesi gereken, geri kalmışlıkla hiçbir ilgisi bulunmayan İslam medeniyeti ve İslam’ın özündeki fikirler, Müslümanlar tarafından en doğru şekilde öğrenilmeli, benimsenmeli ve gerekirse bu uğurda mücadele verilmelidir.
İslam’la bağdaştırılmaması gereken geri kalmışlık, yoksunluk, eksiklik ve dışa bağımlılık duygusu, eğer bağdaştırılmış ve kabullenilmiş çaresizlik olarak görülmekteyse o zaman sorumluluk yine bu duyguları yok etmesi gereken Müslümanlara düşmektedir. Bu durumu çözülmesi gereken bir sorun olarak görmek yerine, üstlenilmesi gereken bir sorumluluk olarak görmek daha doğru olacaktır. Çünkü bu durumun probleme dönüştürüldüğü zaman çözüm bulmanın ütopik bir hedef olduğu düşünülecek iken; sorumluluğun, gerçekleştirilmesi gereken bir zorunluluk olduğu bilinci var olmaktadır. Her iki taraftan bakıldığında da, İslam medeniyetinin yükseltilmesi ve ideal modele dönüştürülmesi, ne ütopik bir hedeftir ne de üstlenilmesi zor bir sorumluluktur. Sadece emin adımlarla yürünmesi gereken en doğru yol olarak benimsenmesi gerekmektedir. Bu yolda yürümek Müslümanların sınırlarını da ölçmelerine neden olacaktır. Verdikleri mücadele; sadece İslam’a ya da Müslümanlığa değil, geçmişte İslam dini vasıtasıyla gerçekleşmiş olan nice zaferleri tekrar yaşatmaya olan özlemlerini ve isteklerini de ortaya çıkaracaktır. İslam’ın temel taşlarından biri olan “sabrın”, Müslümanların bu yolda verdikleri mücadele sonucunda ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Gerekirse Allah için feda edilecek olan canlar, bir öykünme ile dünyevi idealler uğruna harcanmamalı ve Müslümanlığı doğru yaşamak adına sabredilmelidir. İslam’ın en iyi şekilde yaşanıldığı dönemlere bakıldığında, yürünecek yolun imkansız olmadığı görülmektedir.
İslam’ın iyileştirilmesi bireysel değil, toplumsal bir etki yaratacağından dolayı toplumu gruplara bölen farklı görüşler ya da bu yoldaki engeller denilebilecek bir durum söz konusudur. İslam’ın iyileşmesini geçmişe yönelik geleneksel çözümlerle sağlamak isteyen muhafazakarlar ve ileri görüşlü olduklarını savunan karma ve yabancı geleneklere öykünen modernistler gidişatı değiştirmektedir. Aslında bu farklı görüşlerin sebebi, İslam’ın diğer dinler diğer inançlar gibi soyut bir inanç olarak kabul edilmesindendir. İslam’ın bu dünyada diğer inançlardan farklı olarak ahlaki, manevi, saygıdeğer bir anlamı olacağı ve bu anlam çerçevesinde toplumların şekillenmesi gerektiği pek kabul gören bir düşünce değildir. Doğal dünya ve iç dünya olarak nitelendirilebilecek olan din ve bilim arasındaki birleşme, yine sentez kelimesinin başka bir ifadedeki örneklerinden biridir. Din ve bilimin kaynaşmadığı noktada modernistler; dinin geri kalmışlığını, muhafazakârlar ise bilimin ateizme yönelimini ortaya atarak kendi görüşlerini savunacaklardır.
Muhafazakârların öncüllerinden olan hocalar ya da şeyhler, İslam’ın bir kere yorumlanması ve ilk yorumlandığı şekliyle kalmasını uygun görmektedirler. Bu sebeple yeniliğe oldukça kapalıdırlar. Ancak mistisizme açık olan Kuranı Kerim, içerisinde olağan dışı bilgiler bulundurması sebebiyle, muhafazakâr öncüllerin yorumlamayı meslek edinmelerine ve asıl verilmesi gereken mesajların dışına çıkmalarına neden olmuştur. Günümüzde insanların bu konular üzerinde daha çok durması, araştırması ve sorgulaması sebebiyle bu gruplar endişeye kapılarak problemlerle yüzleşmekten kaçınmaktadırlar.
Modernistler ise daha çok Avrupa görmüş ve farklı dinlerle hatta ateizmle tanışmış oldukları için, Anadolu insanının yoksunluğunun İslam’dan kaynaklandığını düşünmektedirler. İslam’ın öngördüğü manevi ve ahlaki değerlerin yıkılmasıyla istenilen düzeye erişileceğini düşünen modernistler, ellerinde bulunan imkânları geliştirmek ve katkı sağlamak yerine isteklerini arttırarak toplum içerisinde ahlaki bir kaosa neden olmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki, refah seviyesi yüksek olan toplumların o duruma gelmesinin nedeni Hıristiyanlık, Musevilik ya da Ateizm değildir; eğitim, disiplin, sorumluluk duygusu ve çalışkanlıktır. Bu değerler, İslam dini ile ters düşmemekte hatta İslam’ın kurallarına tam olarak uygun olan önemli değerlerdir. Batıdan yanlış bir şekilde alınan değerlerden bazıları ise toplumu fark etmeden geri kalmışlığa sürüklemiştir. Örneğin, basit bir çözüm yolu olarak görülen “devrim” ya da “reform hareketleri”, Anadolu toplumunun hiç alışkın olmadığı ve hazırlıksız yakalanıldığı takdir de yıllarca kötüye gidecek olan bir yapının sebebidir. M. Kemal’in Şapka Kanunu ile birlikte verdiği asıl mesaj olan, “insanların fes ile beraber düşünce yapısını da değiştirerek daha yenilikçi bir toplum haline gelmesi” düşüncesi, Anadolu insanının kolay kolay benimseyeceği bir felsefe olmamıştır.
20.yüzyılın sonlarında dünyada gelişime açık ve eşit durumda görülen iki ülke bulunmaktadır: Türkiye ve Japonya. Ancak o yıllardan günümüze bakıldığında geçen seneler içerisinde yaşananlar, Türkiye ile Japonya’nın ne kadar farklı yollardan yürüyerek nasıl bir duruma geldiklerini özetlemektedir. İki ülkede de, devrimlerden sonra görülen ilk değişiklik alfabelerde olmuştur. Latin alfabesini benimseyen Türkiye karşısında kendi alfabelerini değiştirmek istemeyen Japonlar, günümüzde okuma yazma oranı en yüksek olan ülkelerden biridir. Alfabe değişikliğine sadece dil açısından bakılmadığında, alfabe temelde toplumun kültürünü, geleneklerini, bağlılığını ve gelişime yatkınlığını temsil eden bir olgu olarak görülebilir. Çünkü gelişime açık olmak, öncelikle sadakat ve devamlılık istemektedir ve sürekli yenilikçi bir şekilde hareket etmek ise gelişime karşı bir engel teşkil edebilir. Türkiye’nin de alfabe değişimi ile yaşadığı birçok avantajın yanında bu tarz dezavantajları bulunmaktadır. Tarihinin, maneviyatının ve kültürünün bir kısmını alfabesiyle beraber kaybeden Anadolu toplumu, modernizme amansızca ayak uydurmuştur. Bir deyim ile anlatılacak olursa, devrim sonrası sudan çıkmış balığa dönen insanlar, eski değerlerini muhafaza edememiş ve modern ama yapay gördükleri bu yapıya şaşkınlıkla alışmışlardır. Müslüman ülkeler için özgürlüğün tanımı sadece bayrak ve marştan ibaret değildir, manevi özgürlük olarak nitelendirilen İslam’ın ahlaki kurallarını da günlük hayatta uygulamaya geçirmek özgürlüğü tamamlamaktadır. Ancak dışarıdan alınan ve çok kolay benimsenebilen değerler, yaşam tarzı, yardımlar ve en önemlisi yaşam felsefeleri, Müslüman ülkeleri asla tam olarak özgür kılmayacaktır.
İslam’ın ahlaki kurallarının günlük hayatta uygulanmamaya başlanması ve zamanla bu durumun topluma, halka yayılması İslam’ın değersizleştirilmesine neden olmuştur. İslam’ın değersizleştirilmesi muhafazakârların ve de modernistlerin önerileri ile çözülebilecek bir problemden çok daha ağırdır. Çünkü İslam’ın değersizleştirilmesi, İslam tarihinde de oldukça büyük bir yer kaplayan, birçok acılara, savaşlara ve kayıplara neden olan bir olgudur. İslam tarihinde Hz. Muhammed’in ölümüyle beraber hızlıca yayılan ve geniş sınırlara ulaşan İslam dini, 1900’lü yıllar da bağımsızlığını devretmiş küçük Müslüman ülkelerde yaşatılmaya devam etmiştir. Birçok Müslüman ülkenin okuma yazma oranı yüzde 20, yüzde 30 iken bağımsızlığını kazanmıştır. Ancak düşünüldüğünde, eğitim seviyesi bu kadar düşük olan bir ülke ne kadar bağımsız, aktif ve bilinçli olabilir ki? Hem de bu ülke İslam dinini benimsemiş ancak benimsediği dinin gerekliliklerini yerine getiremeyen bir ülke ise; uzun yıllar boyunca köleleştirilmiş, eğitimsiz bırakılmış, bilinçsiz yetiştirilmiş, fakirliğe alıştırılmış bir toplum olmaya mahkûmdur. Tam da bu zamanda Kuranın uygulamadaki zorluğu topluma benimsetilerek, ezberlenmesi, tekrarlanması ancak kutsal sayılarak günlük yaşamdan uzak tutulması öngörülmüştür. Kuranın özünde anlatılmak istenen fiillerin gerçek hayatla bağlantısı olup olmadığına bakılmadan toplum tembelleştirilmiş, Batı uygulamaları Müslümanların günlük hayatına yerleşmiş ve Kuran’ın içeriği tamamen dışarıda bırakılmıştır. Böyle bir Müslüman yaşayışı da içi boş, anlamsız, inanç içerisinde inançsızlık barındıran bir hal almıştır ve gerileme dönemi hızla ilerlemiştir.
Gerilemeye sebep olan başka bir sebep ise eğitim sistemidir. İktidarın eğitime önem vermemesi ya da yabancı yöneticilerin kurumları devralması sonucu, İslam ile hiçbir şekilde ilgisi bulunmayan hatta milliyetçilikten bile uzak tutularak yürütülen eğitim sisteminde; yabancı toplumların, gücü ve yaşamları özendirilmektedir. Ne İslam adına Müslüman topluluğun ihtiyaçlarını karşılayacak bir eğitim ne de milli değerleri yaşatacak olan bir eğitim bu kurumlarda verilmemektedir. İnsanların körü körüne yürüdüğü aydınlanma yolunda, yabancılara duyulan hevesli özenç ve onlara bağlılık duygusu, toplumun alt kesimi tarafından kuşkuyla bakıldığı için çocuklar okuldan uzaklaştırılmaktadır. Bunun sonucunda ise Müslümanların eğitime önem vermedikleri eleştirisi doğmaktadır. Bu döngü bu şekilde devam etmekte ve İslam’dan uzaklaşmış aydınlarla eğitimden uzaklaşmış geleneksel toplum arasındaki uçurum giderek artmaktadır.
Modernistler, İslam’ın köklerinden uzaklaşarak ve toplumu uzaklaştırarak laiklik ve milliyetçiliğin yanlış yorumlanmasına sebep olmuştur ve aslında bir milleti kültürel köklerinden ayırmışlardır. Müslüman halkın bundan sonra vereceği mücadele pasif bir şekilde yürütülmeye çalışılmış ancak çok etkili olmamıştır. Çünkü Müslüman halkın tembelliği, isteksizliği ve bilinçsizliği, onların çatışmadan kaçınmalarına ve kendilerine dayatılan kuralları koşulsuz bir şekilde kabul etmelerine neden olmuştur. Modernistler kendi toplumları içerisinde yarattıkları kargaşa nedeniyle, kendi savundukları düşüncelerini dahi ön plana çıkaramamış ve halkı bir araya toplayamamıştır. İslami bir hareketin başlaması için gerekli olan aydın desteği de, Müslüman toplumlarda pek görülmemiştir. Çünkü aydınların toplumla yani halkla bütünleşmesi için onlarla aynı fikirde buluşmaları gerekmektedir. Halkın aydınlara karşı umursamaz tavırları ve fikirlerine kulak asmamaları aslında bir nevi korunma biçimidir. Kendilerini yeterince yabancılaşmış gören bir Müslüman toplum artık kendini daha farklı bir mücadele için hazır görmemektedir. Ancak dışarıdan gelen toplu bir tehdit algılamasının karşısında İslam etkisini tamamen kaybetmemek adına tek ses haline gelmek mümkündür. İslami kodlar sayesinde halkın derin hislerini arttıran durumlar, insanları savaşa kadar sürüklemiştir. Müslüman toplumlar adına çözüm yine aydınlara dayanmaktadır. Ancak aydınların İslam temelli düşüncelerini daha çok arttırmaları ve halkı anlayarak ortak amaçları doğrultusunda hareket etmeleri gerekmektedir.
Başta din ve kanunlar olmak üzere gönüllülük esaslı birçok değerin birliği anlamına gelen İslam nizamı iki unsurdan oluşan bir sentezdir. İslam toplumu ve İslam hâkimiyeti, içerik ve biçim olarak bir bütündür ve birbirleri üzerindeki etkileri büyüktür. İslam nizamı, İslam’ın sadece bir inanç olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Nizam, bireyler ile değil toplum ile sağlanır ve hâkimiyet, yaşam tarzında kendini göstermektedir. İslam’a inanmış ancak uygulamada İslam’ı yaşamayanlar, İslam’a uymadığı için bulunduğu konumu değiştirenler ya da içe kapananlar ve İslam’ı olduğu gibi kabullenmeyip değiştirmeye çalışanlar için en uygun çözüm yolu İslam nizamını gerçekleştirmektir. Bunun bir sistem olup olmadığı tartışılmaktadır ancak dünyada “İslam Sistemi”nin olmasa da, günümüzdeki hiçbir sistem tamamen İslam’a aykırı ya da birebir uygun değildir.
Avrupa’nın benimsediği; “toplumun kanunlarla düzene gireceği” felsefesi yüzyıllardır değişen kalıplarıyla karşımıza çıkmaktadır. Ancak Marksizm’den Kapitalizm’e kadar tüm teoriler, kendi içlerinde eksiklikler nedeniyle toplumlara tam anlamıyla uygulanamamış, çürük toplumların ya da samimiyetsiz iktidarların doğmasına neden olmuştur. Kanunlar içerisindeki karmaşa, eğitim eksikliğinden ve net olamamaktan kaynaklanmaktadır. İslam diğer dinlerden farklı olarak eğitimi güç ile bütünleştirmiş ve ideal yaşam tarzına kaynak olacak bir kitap ile insanlığa sunulmuştur. Bu yüzden Müslümanlar için en uygun çözüm yolu eğitime verilen önemi arttırarak yönlerini Kuran-ı Kerim’e çevirmek ve bu doğrultuda hareket etmek gibi durmaktadır.
İslam’ın özgün felsefesinin temelinde bir inançtan çok, toplumsal hayatı düzenleyen ahlaki kurallar, çalışmayı ve bilimi önemseyen bilinçli gönüllülük ve insan hayatını kolaylaştırmak için hem maddi hem manevi fedakârlıkta bulunabilecek bir toplum bulunmaktadır. Bu nedenle İslam, toplumsal hayata bulunduğu katkı neticesinde siyasette de kendini göstermektedir. Ancak İslam’a ters düşen bir siyasal sistem ile birliktelik düşünülemez. İslam ve İslam coğrafyasında benimsetilmeye çalışılan yabancı bir ideolojinin zıtlaşması sonucunda ortaya çıkan darbeler, sürekli rejim değişikliği, iktidardaki dengesizlikler bu açıklamaların en net ifadesidir. Bu karmaşayı ortadan kaldırmak için İslam’ın sadece bireyler arasındaki ilişkiler için değil; toplumsal, siyasal ve hatta ekonomik sistemler için de prensipleri olması gerektiğini anlamak gerekmektedir. İslam’a atfedilen ithamlara bakıldığında ilk değiştirilmesi gereken nokta, “bu dünyanın yararına olacak her şey İslam’a uygundur” ifadesi denilebilir. Doğaya ve bilime açık olan bir İslam dünyasından bahsedildiğinde dinin temelinde, manevi olarak da tüm insanlığa katkıda bulunmak vardır.
İslam nizamı adına kurulan hayaller neticesinde birçok bilimsel çalışma ve senaryolara başlanmıştır. Öncelikle İslam nizamı adına yazılan tezlerden birkaç tanesine bakacak olursak; ilk olarak bilinmesi gereken nokta İslam toplumunun, herhangi bir dış etkene bağlanmadan dinin gerekliliklerini yerine getirerek düzenli bir hayat süren insanlardan oluştuğudur. İslam toplumunun en belirgin özelliği bu duygusal ve dini bağlılıklarını aynı şekilde taşıdıkları insanlarla bir araya gelerek oluşturdukları cemaatlerdir. Bu sayede yalnızlık duygusundan uzaklaşan insanlar, toplumsal dayanışmaya da daha yatkın hale gelirler. İnsanın insanla hayat bulduğuna inanılan bir İslam toplumunda, kuvvet kullanımının oldukça düşük olması beklenmektedir. İnsanlar ahlaki kriterleri dışında hiçbir somut sınıflandırmaya tabi tutulmamalıdır. Irk, cinsiyet, milliyet vb. gruplandırmaların İslam’da yeri yoktur ve çünkü insanı insan yapan ve birbirinden ayıran gerçek özellikler maneviyatında ve etik değerlerinde saklıdır. İnsanlar arasında, Müslüman olanların arasındaki bağ eşitlikten daha ziyade kardeşlik denebilecek bir bağ ile ifade edilmektedir. Bu durumda kardeşlik bağlarının kopmaması ve daha da sıkılaştırması doğrultusunda kurumların arttırılması, bilinçli din kardeşliğinin aşılanması gerekmektedir. Bu kardeşliği ifade edebilecek zıt bir örnek feodalite olabilir. Feodal sistemdeki toprak ağaları ve ırgatlar arasındaki ilişki, toprak kardeşliğine benzese de, eşitlik söz konusu olmadığı için itaat duygusu ön plana çıkmaktadır ve bu durum İslam’a aykırıdır. Sınıfsal farklılıkların yanı sıra; mezhep ve siyasi görüş gibi toplumsal farklılıklar da din kardeşlerinin eşitliğine aykırı bir durumdur. İslam zaten tek başın bir toplumun ideolojisi olabiliyor iken, bunun siyasete evrilmiş hali Panislamizm; Müslümanların eşitliği için tüm farklılıkların ortadan kaldırılarak Müslümanların tek bir çatı altında birleşmesi öngörmektedir. Bu sayede Müslümanlar kendilerini, hem içeride hem dışarıda eşitleyebilmektedir.
İslam’da mülkiyete bakacak olursak; Şahsi mülkiyet İslam dini içerisinde kabul gören bir durum olsa da, günümüz şartlarında önemli doğal kaynakların ve önemli mülkiyetlerin şahsileştirilmesi riskine karşı mülkiyetin topluma ait olması gereklidir. İslam dininin öngördüğü şekilde, hakların kötüye kullanılmaması ve toplumun yararına kullanılması için bu yaklaşımı benimsemek şart gözükmektedir. İslam nizamının sağlanması için bireysel değil toplumsal bir nizam oluşması gerektiği unutulmamalıdır. Toplumsal bir nizam için ise, halk arasında eşitsizlik, adaletsizlik, ayrımcılık ve israf görülmemelidir. Etik değerlerin kazanılması adına önceliğin mülki dağılımdaki adalet olduğu bilinmelidir.
Başka bir tez konusu olan zekat ve faiz ise şöyle açıklanabilir: Birinin emir diğerinin yasak olarak görüldüğü bu iki unsur, birbiriyle bağlı olan İslam nizamının iki kurumu sayılabilir. Toplum arasında dayanışmayı öngören ve bireye önemli bir sorumluluk bilinci aşılayan zekat ile, toplumda dayanışmayı azaltan ve para kiralayarak toplumdaki eşitsizliği arttıran faiz, İslam’daki manevi anlayış adına konulmuş iki kuraldır.
Cumhuriyet ilkesi gereği İslam, insanlar arasında eşitliği savunduğu gibi; egemenliğin de, insanlar arasında ortak kararlarla sağlanmasını uygun görmektedir. İslam tarihinin her aşamasında cumhuriyetin nice örneklerinin olduğu bilinse de, özellikle dört halife döneminde görülen ilkeler önemlidir. Devlet başkanını kendi seçen Müslüman halk, seçilen başkanın farkında olduğu bir sorumluluk ve son olarak toplumsal problemlerin ortak bir şekilde çözüme kavuşturulması o dönemin İslam nizamına uygun en cumhuriyetçi örneklerindendir. Unutulmamalıdır ki, babadan oğula geçen bir başkanlık sistemi İslam’ın seçim ilkesine aykırıdır.
İnsanları iyi ve doğru yola sevkederek bir sistem kurmayı amaçlayan İslam nizamı içerisinde hataya, kusura ve yanlışa da yer vardır. İslam tarihinde peygamberler de dahil olmak üzere hatasız kul yoktur ve bu sebeple kimsenin yüceltilmesi gereken öz bir değeri bulunmamaktadır. Yücelik sadece Allah’a aittir ancak günümüzde kişilerin yüceltilmesi ve hatta putperestliğe kadar giden hayranlık durumu söz konusudur. İslam, insanların başkalarının maddi ve manevi hayatlarının gözde büyütülmemesi konusunda her dönemde uyarılar göndermiştir. İslam nizamı içerisindeki ahlaki görevlerden en mühimi terbiyesizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Günümüzde çokça yaygınlaşan alkolik toplum, zina ve kumar gibi kötü eylemler için İslam, terbiye ahlakını yasaklar koyarak gerçekleştirmektedir. Öncelikle ailede başlayan ahlaki terbiye, daha sonra eğitim ile insan üzerinde yerleşmelidir.
Müslümanların özgürleşmeleri adına önemsemeleri gereken en önemli unsur eğitimdir. Bilim ve teknoloji olmadan gelişme gösterilemeyeceğinin bilinci insanlara yerleştiği zaman eğitimin önemi anlaşılacaktır. İslam’ın doğuşuyla beraber o ilk yıllarda görülen eğitim ve bilime verilen önem ile günümüz İslam anlayışı arasında birçok farkın olması şaşırtıcıdır. İslam anlayışı içerisindeki bilime ve eğitime yönelme aşaması, her türlü yola başvurularak ve gerekirse ahlaki düşünceleri arka plana atarak mı olmalı sorusu, Müslümanları düşündürmektedir. Ancak İslam’ın öngördüğü eğitim, onurlu bir şekilde, özünü ve kültürünü kaybetmeden, ahlaki kurallar çerçevesinde hızlı bir şekilde ilerler ise, işte o zaman Müslümanların gerçek bağımsızlığının ayak sesleri duyulmaya başlayacaktır. Günümüzde insanların en çok bağlılık duydukları kitle iletişim araçları da, toplumda İslam ahlakından uzaklaşmış kişilerin eline geçtiği takdir de nizam sağlamak daha da zorlaşmaktadır. Ancak yine de İslam, din ve vicdan hürriyetini savunan bir din olması sebebiyle, bir siyasal sisteme dönüşüp diktatörce davranılmasına izin vermeyecektir. Topluma iktidar aracılığıyla dikta ettirilen bir manevi teröre dönüşmemesi gereken İslam nizamı, insanların gönüllerini fethederek gerçekleşmelidir.
İslam nizamının sağlanması için öncelikle İslam’ı yaşamanın özgürlüğünü ve bunun bağımsızlığını halkın hissetmesi gerekmektedir. Özgürlükten kasıt daha çok manevi ihtiyaçların karşılanması için dini bağımsızlığın sağlanmasıdır. Müslümanlar, İslam’ı hayatlarında uygulamaya geçirmedikçe kendilerini manevi olarak özgür hissetmeyeceklerdir. Ancak manevi özgürlük sonrasında toplumsal ve siyasal özgürlüğü yaşama aşamasına geçebilirler. Ayrıca Müslüman halkın iktidara vereceği destek, iktidarın ne kadar İslami karaktere uygun olduğuyla bağlantılıdır. İslam karşıtı bir iktidar mücadelesinde, İslam’dan uzaklaşan taraf çözümü yabancılarla yakınlaşmakta görmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, ideal hedef olarak görülen İslam nizamının sağlanması için iktidarın da bu karaktere uygun olması gereklidir. İslam nizamının gerçekleştiği nokta demokrasinin de yükselişe geçtiğini göstermektedir. Demokrasi İslam içerisinde bir yönetim şekli olarak kabul görmese de, uzlaşmaya en yatkın biçim olması sebebiyle İslam’a uygun bir şekildir. Demokrasi ile Müslüman halkın istekleri ayrımcılık olmadan kabul göreceği için, suç oranlarının en yüksek görüldüğü alt sınıflar bile şiddete başvurmadan isteklerinin gerçekleştiğini göreceklerdir. Bu demokrasi anlayışı ile İslam nizamının birleştiği noktada ne şiddet ne çözümü olmayan sorunlar ne de sıkı bir diktatörlük söz konusudur.
İslam toplumları çalışma, disiplin, sorumluluk ve mücadele konularında diğer toplumlardan daha zayıf ya da daha güçlü değildir. Ancak eşit bir şekilde yaratılan insanoğlunun mücadelesinde İslam toplumları, daha fazla sorumluluk üstlenerek çalışmalı, çalışmaya teşvik etmeli ve kendini geliştirmelidir. Her toplumun özünde bulundurduğu mucizelere inanma düşüncesi İslam toplumlarında daha yaygın görülmektedir. Bu düşüncenin silinip atılması, böyle bir mucizenin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği, insanların çabalamadan ve çalışmadan isteğine kavuşmasının mümkün olmadığı anlaşılmalıdır. Tembelliğin yanı sıra Müslüman toplumların içerisinde dayanışma ilkesinin yanlış anlamlara çekilerek başkasının yardımıyla geçinme durumu da ortadan kaldırılmalıdır. Gerçek dost ve düşmanların net olmadığı dış politikada, herkesin başkasından yardım beklemeden kendi sorumluluğunda hareket etmesi gerekmektedir. Bu sayede ne hayal kırıklığı ne de tembellik içerisinde çaresiz bir beklenti durumu söz konusu olmayacaktır. Genel olarak bakıldığında dünyada doğal kaynaklar ve zenginlik açısından İslam alemi oldukça güçlü bir yapıya sahip olmalıdır. Dünyada yoğun bir zenginlik bölgesinde bulunan Endonezya başta olmak üzere birçok İslam devleti bünyesinde nice zenginlikler bulunmaktadır. Tüm bu uyarıların ve önerilerin sebebi, İslam dünyası içerisinde bulunan zenginliklerin zamanla yabancılara aktarılmasına karşı hareket geçme zamanının olmasındandır. Ancak tembellikle ya da Müslümanlara dayatılan hayat tarzıyla bu mümkün olmayacaktır. Müslümanların gerekirse refah içinde yaşamayı bir kenara bırakarak bir süreliğine kendilerini bu uğurda yormaları, çabalamaları ve çok çalışmaları gerekmektedir. Uyuyan bir Müslüman halkın tehlikeden ve risklerden korkmadan uyanması ve gerekeni yapması şarttır.
İslam’da önemli bir yeri olan eğitimin sadece erkekler için olmadığı da açıktır. İslam’da en kutsal görev sayılan annelik için kadınların da eğitilmesi, mutlu olması ve özgüven kazanması gereklidir. İslam dini çerçevesinde kadınlar üzerinden fetva verilmesine karşı çıkılmalı, kadının annelik rolünün yanı sıra iyi ve eğitimli bir Müslüman olması önemlidir. İslam içerisinde kadınların erkeklerle eşit görülmesi gerekliliği, ne Avrupa standartları ile ne de Batı feminizmi ile doğrudan alakalı değildir. Asıl mesaj Kuran’ın birçok yerinde verilmiş ve kadınların önemi vurgulanmıştır. Medeniyet denilen kavram ile kadının kimliği ve görevi saptırılmış, birçok değeri elinden alınmıştır. Kadınların aile kurmadaki önemi ve görevi de göz önüne alındığında aile yapısını bozan alkol bağımlılığı gibi etkenlerin İslam’da yasaklanması kadının kendi güvenliği, sağlığı ve yaşamı için de en uygun kurallardandır. “Aile”, İslam’da önemli bir yer kapladığı için zamanla değişen yaşam şartlarına göre de tekrar düzenlenmelidir. Evlenme, boşanma, nafaka, çok eşlilik gibi aile yapısını etkileyen birçok durumla ilgili tekrar değerlendirmeler yapılmalı ve İslam nizamına ne uygun şekliyle aile hukuku hazırlanmalıdır.
İslam’ın temel taşlarından birinin adalet olması, sadece Müslümanlık için ya da Müslümanlar için geçerli değildir. Şiddeti en aza indirmeyi hedefleyen bir din içerisinde, düşmana karşı adil ve bağışlayıcı olunmalıdır. Orantısız şiddetin kullanılması dolayısıyla adı kirletilen İslam dini, bu şekilde yanlış vasıtalar aracılığıyla hedefin de değersizleştiğini öne sürmektedir. Suç işlenmesiyle aslında ahlaki açıdan ne kadar zayıf olunduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak İslam nizamı için şiddet ya da ahlaksızlık değil; adillik, bağışlayıcılık, tutarlılık gibi değerler gerekmektedir.
İslam nizamının sağlanması için gerekli olan İslam toplumu ancak yoğun bir nüfusa sahip ise o coğrafyada nizam sağlanabilir. Müslüman olmayan azınlıkların yaşadıkları topraklardaki İslam devletine sadık kalmaları ile onlar da kendi inançlarını özgürce yaşayabilmektedir. Aynı şekilde İslam devleti içerisinde olmayan Müslüman azınlık da bağlı olduğu devlete sadık kalmalı ve dinini özgürce yaşayabilmelidir. Ancak unutulmamalıdır ki, Müslüman olmayan topraklarda Müslüman’ca yaşamaya çalışmak, büyük İslam devletlerinin dünyadaki konumuna ve refahına bağlıdır. İslam toplumunun diğer toplumlara kaşı olan tutumu, Kuran’da belirtildiği şekilde olmalıdır. Onlara karşı savaşta ve barışta aşırılıktan kaçarak hassas davranılmalı, herkesin din seçme özgürlüğü olduğu bilinmelidir. Diğer milletlerle işbirliği yapmak ve herkesin bu işbirliği içerisinde adil bir şekilde üzerine düşen görevi yapması gerekmektedir. Ayrıca tüm toplumlar arasındaki ilişkilerde karşılıklılık ilkesi geçerlidir.
Günümüz İslam nizamının sorunları arasında gerçekleşmesi gereken devrimin siyasi ve dini yönü tartışılmaktadır. İslam nizamının gerçekleşmesi için öncelik dini devrim gibi gözükse de başlatılan dini devrimin devamının sağlanması ve düzen kurulması için siyasi devrime dönüşmesi de gereklidir. Günümüzde ahlaki ve toplumsal açıdan dağılmış görünen Müslüman toplum; rüşvete, fesatlığa, materyalizme, tembelliğe ve daha bir sürü İslam’a aykırı olan durumlar arasında nasıl bir devrim gerçekleştirebilir? Dünyadaki galibiyetlere ve mağlubiyetlere bakıldığında, ahlaki zayıflığın mağlup olurken ne kadar etkili olduğu ve insanların kendi özlerine ahlaki bağlılığı karşısında nasıl galip oldukları açıktır. Bu sebeple Müslümanların öncelikle bu şuurda hareket etmesi ve yeni bir irade ile bu yola girmeleri gerekmektedir. Dini reformun herkes için farklı anlamı ve farklı bir amacı bulunsa da, günümüzde yapılması gereken dini reformun amacının Müslüman sayılanları gerçek bir Müslüman’a dönüştürmek ve Müslümanlara bu dünyada neden var olduklarının bilincini tekrar kazandırmaktır. Dini reformun bireysel olarak etkileri ise hedefe göre daha farklı olmalıdır. Birey, ahlaki canlanma ile birlikte bilincini uyandırıp, İslam ülküsü uğruna birçok fedakârlık yapabilecek duruma gelmelidir. Böyle bir uyanış olmadığı takdir de, gerçek bir dini reform ve İslam nizamı öngörülemez. Problemin iktidarı ele geçirmekle çözüleceğine ve nizamın sağlanacağına inanan Müslümanlar ise yanılmaktadır. İktidar, bu bilinçle hareket etse de İslamlaştırmak düsturu, zorbalığa ve diktatörlüğe dönüşecektir. Değişimler iktidar ile değil, eğitimle ve ahlaki bilinçle Müslümanların içlerinde gerçekleşmelidir. İnsanın değişime kendinden başlaması, başkalarına duyulan şiddet, kin, nefret gibi duyguları da durduracaktır. İslam nizamı için başlatılacak ahlaki hareketin özünde de bu vardır: Bir siyasi partiden farklı olarak halkın ahlaki hareketine ve ayaklanmasına izin vermek. İslam’ın ilk yıllarında inanç üstüne yoğunlaşan Müslümanlar, bu hususta toplumu düzenleyecek bir kanun dizisi oluşturmamışlardır.
Dini reformlar sayesinde toplumsal ve kökleşmiş olan kötülüklere cevap verilebilir ve insanlar, Allah yolunda atılmış adımlar olduğu için insanlar kötülüklerle mücadele ederken daha da cesaretlenecektir. Ayrıca bu durumda insanların bireysel çabaları yeterli olmayacaktır. Birbirlerine güvenmeleri gereken Müslüman toplumun daha fazla dayanışmaya ve işbirliğine yönelmesi gerekmektedir. Birbirine güvenmesi gereken insanlar ahlaki açıdan eşit olmasalar da, nizam ilkelerinin gereği olabildiğince yerine getirilmeye çalışılmalıdır. İslam ülkelerinin asıl hızlanması, hırslanması ve çaba sarf etmesi gereken nokta ise eğitim ve bilinçlenmedir. Geri kalmışlığın atılması için gelişim ve değişim programları ile insanların toparlanması sağlanmalı ve Allah’a olan inanç sayesinde emirler yerine getirilmelidir. Sonucunda ise, saf İslam kültürü ve ilkeleri tekrar kazanılarak ideal nizama dönüş gerçekleşecektir. İslam nizamının kurulması için öncelikli hedef ahlaki devrim olsa da, iktidarın İslamlaşması da bir o kadar önemlidir. Ancak İslam karşıtı iktidarı yıkmak kadar, sonrasında kurulacak iktidar için ahlaki hazırlık da önemlidir. Erken yapılan devrimin İslam devrimi olmadığı sadece bir darbe olduğu anlaşılsa da, risk ve tehdit aynı oranda kalacaktır. Önemli olan hazırlıklı bir şekilde iktidar hareketi başlatmak ve ahlaki çerçevede bitirmektir. Aynı şekilde elde bulunan fırsatlar değerlendirilmeyip iktidarın daha geç ele geçirilmesi de İslam karşıtı muhalefete zaman kazandırmak anlamına gelmektedir.
Günümüzde İslam Cumhuriyeti olarak bilinen Pakistan, gerçek bir nizam gerçekleştirmek amacıyla bu yola adımını atmıştır. Ancak günümüzde olumsuz sonuçları daha çok konuşulmaktadır. Bu yola ilk adımını atan Müslüman Birliği, nizamın öngördüğü birliğin aksine birçok fikir ayrılığını bir arada barındıran ve siyasi bir parti olmaktan öteye geçememiş bir bütünleşmedir. Ayrıca eğitim ve değişim konusunda büyük yanılgıya düşen Pakistan’ın aydınları, çözümlenmesi gereken asıl problemleri bir kenara bırakarak daha çok evlenme ve ceza kanunlarına yönelmiş, Şeriat Hukuku’nda farklı düzenlemelere gitmişlerdir. Bu cumhuriyetin başarılı olması için öncelikle daha başarılı ve tecrübeli olup, bu nizama gerçekten önem vermiş kişilerin ortak fikirlerde bulunabileceği daha homojen bir yapı (siyasi bir partiden farklı) gereklidir. Ayrıca eğitime halkın daha çok sevk edilmesi ve mücadele sorumluluğun toplumsal bir şekilde üstlenilmesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, İslam nizamının öncelikli amacı Müslümanların eşitliği, kardeşliği gibi unsurların yayılması değil, İslam nizamı ilkelerinin gündelik hayata geçirilerek toplumsal kalkınmayı bu şekilde gerçekleştirmektir. Pakistan’ın tüm olumsuzluklarına ve yanlışlarına rağmen böyle bir girişime cesaret etmesi, dünyadaki İslam nizamı hareketinin bir provası niteliğindedir. Kimi Müslümanlar sadece bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk sembolü olsa da, Pakistan hareketi hala bitmemiş bir sınav ve kimi Müslümanların umut dolu beklentisidir.
İslam dünyasının ideolojilere bakış açısı değerlendirildiğinde; İslam dünyasının tek bir çatı altında toplanma hayali, en çok zıt kutuplarında bulunan realistleri rahatsız etmektedir. Ancak Panislamizm’i savunan bu grubun söylemi ise, Müslümanları değersiz kılan bir realizmin reddedilmesi noktasındadır. Onlar için realizm yani gerçekçilik, korkak bir grubun dünyadaki güçlü insanlara duyduğu gereksiz saygı sebebiyle güçlülerin sonsuza dek güçlü, korkakların ise sonsuza dek köle kalacağını ifade etmektedir. Ancak tarihte de görüldüğü gibi, dünyada gerçekleşmesi mümkün olmayan hiçbir imkânsızlık söz konusu değildir. Farklı bir pencereden bakıldığında; Müslümanların kültür, din ve birçok ortak sebepten dolayı bir arada yaşamaları ve birlik oluşturmaları kadar doğal ve gerçekçi bir istek bulunmamaktadır. Müslümanların bir kısmı bu birliğin imkânsızlığını savunup, bu durumun şaşırtıcı olduğunu belirtirken, başka bir grup ise asıl Müslüman ülkelerin son dönemdeki ayrılıklarını, düşmanlarla dost olmalarını ve birbiriyle savaşmalarını şaşırtıcı görmektedir. Ütopik olan Müslümanların birliği değil, bu kadar küçük bölünmelere sebep olmaları ve bu durumdan memnun olmalarıdır. Hatta birbirinden uzakta yaşayan Müslümanlar, birbirlerinin acılarını televizyonlardan izleyip o acıyı hissetmeleri ancak çözüm için hiçbir adım atmamaları daha şaşırtıcıdır. Bunun sebebi ise Batı etkisi altında eğitim alan Müslüman toplulukların yönünün Panislamizm’den Milliyetçiliğe çevrilmesidir. Bu iki düşünce birbirine çok yakın olmasına rağmen insanların bilincinde farklı konumlanmış ve zamanla karşı karşıya kalacak duruma getirilmiştir. Bu yüzden ilk çözülmesi gereken problem, duygularımızın ve bilincimizin çakıştığı noktada irademizi kontrol ederek en doğru kararı vermektir. Çünkü bu ikisi arasında kalan Müslüman toplumlarda din ile karışık bir milliyetçilik hissi oluştuğu için bireysel ve toplumsal iç çatışmalar görülmektedir. Örneğin günümüzde Arapların Latin alfabe kullanan Müslüman ülkelere karşı bakışı olumsuzdur ve kendilerinin alfabelerini bozmadıkları için takdir edilmesi gerektiğini savunurlar. Ancak İslam’ın öngördüğü şekilde eğitim ve bilime önem vermeyen bir toplumun alfabesi kullanılmadığı için de hem birlik ve beraberlikten hem de İslam nizamından uzaklaştığı görülmektedir. İslam dünyasında milliyetçiliğin köken olarak bile İslam karşıtı olarak algılanmasının birçok örneği bulunmaktadır. Çünkü Müslüman toplumlar milliyetçiliği ithal olarak benimsemiş ve uygulamasında hatalar yapmışlardır. Ne Panislamizm’in ne de Milliyetçiliğin hakkını veremeyen Müslüman toplumlar bu sebeple kendilerine aslında kendilerine en yakın olan ideolojileri düşman olarak görmüşlerdir. Küreselleşen dünyada milliyetçiliğin uygulanmasında zorluk çeken orta büyüklükteki devletler ve milliyetçiliği mağlup ederek AET’yi kuran Avrupalı devletlere bakıldığında, İslam dünyasının dışarıda zorlandığı noktalar yavaş yavaş geride bırakılmaktadır. Çünkü bütün bu büyük devletlerin kendi aralarında kurduğu işbirliklerinin yanı sıra Çin’in tek başına nüfusundan yola çıkarak bu rekabette kendine yer bulması ve ekonomisini geliştirmesi, İslam âlemi için de bir “neden olmasın” düşüncesini tetiklemektedir. Ancak olumsuz olan durum şudur ki; İslam dünyası içerisinde de Çin gibi büyüyen bir nüfus olmasına karşın giderek kötüleşen bir kültürel, ekonomik ve ticari kayıp söz konusudur. Sonuç olarak çoğalan nüfus, bilinçli, eğitimli ve donanımlı olduğu takdirde Müslümanlar için bir güç haline gelirken, donanımsız ve güçsüz bir nüfus Müslüman halkı daha da bölerek krizlere neden olmaktadır. Günümüzde zengin Müslüman ülkelerin hemen yanında bulunan Müslüman kardeşleri sefalet içerisinde ölüme terk ediliyorsa, öncelik her zaman ahlaki boyutun yanında insanlığa verilmelidir. Hiçbir Müslüman ülke tek başına tehlikelere göğüs gerip yabancı desteği olmadan yükselişe geçemez. Yabancı desteği sayesinde refaha ulaşan Müslüman halk mutlaka kendinden ödün vermek zorunda bırakılmıştır. Bunun karşısında Müslümanlar için birlik ve beraberlik yolunda adımlar atıp ilerlemeye kalkan bir Müslüman devlet ise hüsrana uğramıştır.
İslam’ın diğer iki büyük dine ve iki büyük sisteme olan tavrına bakılırsa; Hıristiyanlık konusunda Hz. İsa ve kilise çerçevesinde değişen düşünceler mevcuttur. İlk olarak İncil’in Allah’ın indirdiği şekliyle kalmasa da kutsal bir kitap olması, içerisinde önemli ayetler bulundurması sebebiyle duyulan saygı ve karşısında; bu dini, dünyevi menfaatleri ve siyaseti için kullanan bir kilise bulunmaktadır. Kilise’nin öğretileri ile İslam arasında büyük farklar görülmesine rağmen güncel bir çatışma söz konusu değildir. Ancak Yahudilik için aynı şey söylenemez. Geçmişte İslam’la birebir aynı olan Yahudi kültürünün parçaları bulunmasına rağmen Yahudilerin tercihi daha dünyevi, acımasız ve maceracı olmuştur. Bu durum ise Müslümanlarla karşı karşıya gelmelerine ve Kudüs gibi kutsal bir bölgenin rekabetine girmelerine kadar uzanmıştır. Kudüs’te yaşanan insanlık dramının sahibi Siyonistler olsa da, Kudüs’ün tek başına Siyonistlerin olmasına Müslümanların izin vermemesi gerekmektedir. Yahudiler, Siyonistlerle olan farklarını belli etmediği sürece, maalesef ki İslam ve Siyonizm arasında verilecek mücadelenin bir parçası olacaklardır. Bu mücadelenin kötü bitmemesi için ise Siyonistlerin kibirlerini bir kenara bırakarak bu kötü yolda ilerlememeleri gerekmektedir.
İslam’ın sadece bir inanç olmadığı bir yaşam tarzı olması gerektiğinden hareketle, İslam siyasetinin nasıl bir sistemle yönetileceği de düşünülmeye başlanmıştır. Kapitalizmden sosyalizme kadar birçok sistemin İslam’ın kurallarına uygun ya da aykırı olduğu tartışılmaktadır. Uzun yıllardan beri temsili demokrasiyi benimseyen devletlerin yanı sıra bir gün tüm devletlerin sosyalizme evirileceği görüşü ortaya çıkmıştır. Ancak ABD gibi büyük Batılı devletlerin sistemi bu çıkarımı yanıltmıştır. Birçok devlet için de dayatılan aşamalı sistemler saptandığı gibi gerçekleşmemiştir. Bu durumda determinizm, insanların yanlış yönlendirilmesine sebep olmuş ancak belirleyici olanın sistemler (kapitalizm, sosyalizm) değil, ülkelerin güncel durumuna göre seçtikleri rejimler olduğu anlaşılmıştır. Zaten bu sistemlerin de salt şekillerinin dünyada hiçbir yerde var olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, aslında dünyanın her iki sistemin de olumsuz yönlerine ne kadar uzak kaldığı görülmektedir. Hâlbuki kapitalist sistemin canlılığı, hukuki güvenceyi arttırması ve sosyalizmin birçok maddi kaynağı kullanıma açarak yoksulluğu ortadan kaldırma hevesi bir araya geldiğinde ideal sisteme yaklaşmış bir rejim ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizmin Marksizm’i çökerten birkaç örneğine baktığımızda ilk olarak kapitalist sistemlerde gerçekleşmesi beklenen işçi devrimi yapılmamıştır. Üretim, bilim ve gelişme hızla ilerlemiş ve canlı kalmıştır. Marksizm’in öngörüsünün aksine gelişmiş ülkeler kapitalizmi, yoksul ülkeler ise daha çok sosyalizmi tercih etmiş diyebiliriz. Anlaşılan o dur ki; Sistemlerin temel öğretilerinin ne olduğu insanlar için önemli değildir. Önemli olan günümüz şartlarında ticari, ekonomik, kültürel ve hatta siyasi gelişmişliği öngören herhangi bir sistemin benimsenmesidir. Bu prensiplere en uygun sistem ise kapitalizm gibi görünmektedir. Ancak dünyevi gelişmişliğin yanında İslami değerlerin de korunması ve yaşatılması şartının önemi, her iki sistemin de İslam için uygun olmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İslam nizamı için gereken ise, İslam hukukuna uygun ve aynı zamanda bilim ve teknolojinin ön planda olduğu bir sistemdir.
Sonuç olarak, İslam’ın yeniden doğuşu ve nizamı için gerekenleri gerçekleştirmenin yanı sıra öncesinde çözülmesi gereken birçok sorun olduğu aşikârdır. İnsanlar günlük yaşamında İslam nizamını gerçekleştirmenin bir sorumluluk olduğu düşüncesine ulaştıklarında ve mücadele ettiklerinde, engellerin birer birer ortadan kalktığı da görülecektir. Yeni neslin de bu şekilde yetiştirilmesiyle, İslam’ın öngördüğü bir dünyevi hedefe ulaşılacaktır. Zaten yeni neslin karşılaştığı dönem, İslam için gerçekten bir felaket olan bütün sapkınlıkların olduğu ve manevi ahlaktan uzaklaşıldığı bir dönemdir. Bu sebeple kurtuluşun ve özün İslam’a geri dönmek olduğu anlaşılacak ve mutlaka harekete geçilecektir. Günümüzde İslam içerisinde her ırktan, milletten ve farklı uzantılardan insanların olması, aslında bu organize edilmemiş rengârenk topluluğun bir gücü olabilir. Bu gücün duygusal bir ortak yanı olan İslam sayesinde, adalet, eşitlik gibi kavramlar da ortak kültür unsurları haline dönüşmüştür. Bu ortak unsurlar ise dünyada hala bir İslam birleşmesinin gerçekleşebileceğini yansıtmaktadır. Umudunu yitirmeyen mücadeleciler, muhtemel olan bu gücün etkin olabilmesi için manevi teslimiyetin tamamlanmasını ve insanların kararlı bir bilince sahip olmasını istemektedir. Kararların, kanunların, ahlaki devinimlerin, manevi teslimiyetin ve bilinçli bir toplumun oluşması için yeni neslin daha organize ve çalışkan olması gerekmektedir. Bunun sonucunda her Müslüman halk bu uyanışa geçecek ve kendini geliştirenler mutlaka bir araya geleceklerdir. Unutulmamalıdır ki, Müslüman âlemi bu güne dek nice sınavlardan geçmiş ve kaybedilmemesi gereken en önemli ortak duyguyu, dayanışmayı kaybetmemiştir. Yeni nesilden beklenti, çalışmaya odaklanmaları, fedakârlığa açık olmaları ve organize bir şekilde tüm dünyanın iradesini ortaya çıkarmalarıdır.