Devlet Nedir? Devlet Kuramları
Giriş
Devlet kavramı hakkında çok fazla eser yazılmış olması ve ortaya atılan fikirlerin Platon’dan beri yüzyıllardır tartışılıyor olması dolayısıyla bu çalışmada devlet kavramı hakkında kısa ve oldukça genel hatlarıyla bilgi vermek amaçlanmıştır. Konunun kapsamı, derinliği ve birçok disiplin ile ilişkili olması dolayısıyla, bu yazının içeriği, en çok üzerinde durulan konuları ve genel kabul gören yaklaşımları temel almaya çalışmıştır. Devletin ideolojik yaklaşımlara göre nasıl yorumlandığı, bu yaklaşımların dünya siyasetine nasıl yön verdiği üzerinde durulmuştur.
Devlet Kavramı ve Tarihsel Süreci
Devlet kavramı, Latince kökeni ‘status’ olan kelimeden türetilmiştir. Yöneticilerin toplumsal sınıflardaki yerini belirtmek için kullanılmıştır. Siyaset Bilimi açısından devlet, siyasal bir kurum olması nedeniyle ana inceleme konularından biridir. “Devlet” kavramı uzun zamandır birçok sosyal bilimcinin üzerinde tartıştığı ve farklı görüşlere sahip olduğu bir kavramdır. Bu nedenle sosyal bilimciler devlet kavramı üzerinde ortak tanım yapabilecek bir görüşe sahip değildir. Çünkü devleti tanımlamak da ideolojik bir yansımadan bağımsız olamayacağı anlaşılmıştır. En çok kabul gören görüşlerden biri olan Max Weber’in devletin tanımlamasıdır. Weber’e göre devlet; belirli bir toprak parçası içerisinde meşru güç kullanma yetkisine sahiptir. Kapani’ye göre devlet, sınırları belli bir kara parçası üzerinde, egemen bir iktidar tarafından güç kullanabilme hakkına haiz, insanların bir araya gelerek oluşturduğu siyasal bir yapıdır (Kapani, 2016, s. 44). Devlet kavramı, sadece ideolojik yorumlamalardan değil, aynı zamanda yüzyıllar içerisinde de yaşanan gelişmelerden dolayı da yeni bir kimlik kazanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde devlet kurumu evrimleşmiş ve yapısını etkileyen birçok dinamik, onu çeşitli yönlerden değiştirmiş, geliştirmiş ve dönüştürmüştür. Örnek olarak, XIV. Louis’in ‘devlet benim’ (L’état c’est moi) sözüyle kastettiği devlet ve iktidar gücü ile günümüzdeki Fransa’nın devlet ve iktidar gücü aynı değildir. Geleneksel anlamda devlet yapısı ortaçağın ekonomik, sosyal ve kültürel yapılanması ile beraber anlaşılmalıdır. Ortaçağda Avrupa’da krallar ve aristokratlar devletin egemen güçleridir. Bu nedenle iktidar da onlara aittir. İktidar mücadelesi ise bu zümre içinde kendi aralarında ki rekabetten oluşmaktadır. Burjuva sınıfının monarşiyi desteklemesi ve imtiyazlar koparması ellerinde bulunan kaynakların çok olması ile mümkün olmuştur. Üretimin ihtiyaç için üretilmesi anlayışından çıkarak pazar için üretilen mal haline gelmesi ile ticaretin büyük boyutlara ulaşması burjuva sınıfının mücadelesi için gereken zemini sağlamıştır. Feodal yapılar, çeşitli türden vergilendirmeler ve yasalar koyan niteliği itibariyle ticareti kısıtlayan bir yaygınlaşmasını engelleyen bir sisteme sahipti. Bu nedenle ticaretin büyümesi için tek türden bir ulus, devlet, yasa ve iktidar gerekiyordu. Ulusal devletler, top, barut, tüfek gibi savaş teknolojilerinin gelişmesi ve merkeze bağlı düzenli ve sistemli bir ordunun kurulması gibi yeni tekniklerin kullanılması ve bunların kullanımında gereken kaynağı burjuva sınıfında bulması ile beraber feodal yapılar yıkılmaya başlamıştır. Bunun yanında feodal ekonomilerin yapısı itibari ile içe dönük olması, ticaretin pazar rekabeti karşısında yarışamaz hale getirerek onu çökertmiştir. Bu gelişmeler göz önüne alınarak XV. yüzyıla gelindiğinde yeni türden bir devlet anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Yeni ulus kavramı ile birlikte ulus olma bilinci ve ulusal ülke veya imparatorluk sınırları ortaya çıkmıştır. İktidar ve onu meşrulaştıracak olan zemin iddiaları da belirmeye başlamıştır. Bütün egemenlik iddiaları ve siyasal güçler, Tanrı’ya dayandığında hükümdarların yönetimleri sorgulanamaz ve tartışılamaz olur. Hükümdarlar ancak Tanrı’ya karşı hesap verebilir. İktidar gücünün toplum tarafından sorgulanmaya başlaması ve bu gücün topluma doğru yayılması ile beraber modern yapıda bir devlet ve “ulusal egemenlik” ortaya çıkmıştır (Kışlalı, 2018, s. 111).
Liberal Devlet Kuramı
Monarşik veya oligarşik yapıdaki geleneksel devletlerde egemenlik ve iktidar bir kişiye veya zümreye aittir. Karşılarında iktidar yarışına girebilecek siyasal bir kurum veya güç bulunmamaktadır. Geleneksel devlet yapılanmasına göre yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet eden ve örgütlenme biçimini buna göre tesis eden bir sistem vardır. Bu yaklaşıma göre devletin asli işlevi toplumun menfaati, güvenliği ve kaynakları organize etmek değildir. Geleneksel devletin işlevi, üretime vergiler yoluyla yönetici sınıf adına el koymak ve kaynakları toplumun üst tabakalarına aktarmaktır. XV ve XVI. yüzyılda burjuva sınıfının siyasal alanda etkin olmaya başlaması, yasal ve ekonomik birçok alanda monarşinin gücünü sınırlandırmaya başlaması ile egemenlik bir kişi veya sınıfın elinden çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda egemenliğin paylaşılması ve herkesin oy hakkına sahip olduğu düşüncesi burjuva sınıfının ortaya koyduğu liberal yaklaşımlara dayanır. Böylece soylular dışındaki toplumsal sınıfların da temsil edilmesi gerektiği düşüncesi yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bununla beraber, Avrupa’da başlayan aydınlanma hareketleri egemenlik ve devlet kavramlarının sorgulanmasına yol açmış, devlet-toplum ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Aydınlanma hareketlerinde ortaya çıkan yeni yaklaşımlar sebebiyle geleneksel devlet anlayışı çökmüş, modern anlamda devlet oluşmaya başlamıştır. Aydınlanma hareketleri içerisinde Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau gibi sözleşme kuramını ortaya atan filozoflar toplum sözleşmesi yaklaşımının düşünsel zeminini oluşturmuşlardır. Thomas Hobbes “Leviathan” adlı eserinde devleti güç kullanması gereken bir örgüt olarak tasvir etmiştir. Hobbes’a göre devlet, toplumdaki barışı ve istikrarı gücünü kullanarak sağlayacaktır. Hobbes, bu yaklaşımıyla güçler ayrılığını göz ardı ettiği gerekçesiyle eleştiriye uğramıştır. Rousseau’nun toplum sözleşmesine göre devlet, herkesin ortak bir olgu olarak kabul ettiği ve üzerinde uzlaşıya vardığı bir organizasyondur. Yurttaşların kendi bireysel haklarının bir kısmından ödünç vererek, toplamda, toplumun faydası için haklarını devlete devrettikleri bir düşüncedir. Toplum sözleşmesi böylece kamunun yararı için çalışan, toplumun çıkarlarının bireylerin çıkarlarına uygun olduğu iddia edilen bir kurama dönüşmüştür. Rousseau’nun toplum sözleşmesi, “totaliter demokrasi” olduğu gerekçesiyle eleştiriye uğramıştır (Akal, 2000, s. 162). İki yaklaşımda da liberal ideolojinin önemle üzerinde durduğu; hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi konular işlenmemiştir. John Locke liberalizmin öncüsü olmakla beraber liberal devlet yaklaşımının da temellerini atmış ve XVII. yüzyılda aydınlanma fikirlerinin de öncülerinden olmuştur. Aydınlanma hareketlerinin olduğu döneme gelene kadar ortaçağ felsefesi ve dünya görüşü dini yaklaşımların etkisinde şekillenmekteyken birey, içinde bulunduğu cemaatin değerlerini benimsemekte ve parçası olduğu siyasal sistemin dışına çıkamamaktaydı. Locke, aydınlanma düşünceleri ile beraber birçok alanda olduğu gibi siyasal alanda da birey olabilmeyi öne çıkaran fikirleri, bireysellik düşüncelerini sistemleştirip bir bütün haline getiren bir dünya görüşünü oluşturmuştur. Locke gibi bazı liberal filozoflar da siyasal zeminin temelini oturtabilmek için insanı anlatmaya doğa durumundan başlamışlardır. Locke’ a göre, doğa durumunda insanlar özgürdü, iş bölümü vardı ve insanlar arasında eşitlik vardı. Ancak yine de toplumsal kuralları ihlal etme, mülkiyetin korunması, özgürlüklerin savunulması gibi konularda büyük eksiklikler vardır. Bu dönemde de insanlar düzeni sağlamak için yasalara uymak zorundaydı. Fakat bu yasalar, bir kişinin kontrolsüzce ve kişisel çıkarlarına hizmet eden nitelikte olamazdı. Yasalar toplumun çıkarına hizmet edecek şekilde tasarlanmalı, bunu uygulayacak güçlerin ise tarafsız ve adil bir şekilde tutum sergilemesi gerekirdi (Zabunoğlu, 2016, s. 448). Liberalizme göre devlet, toplumdaki düzeni ve istikrarı sağlamak için kamu yararını gözeten bir hakemdir. Bireysel hak ve özgürlüklerin anayasa tarafından korunması, serbest, düzenli ve adil seçimler, seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi özellikler liberal demokratik ülkelerin unsurlarıdır. Modern siyaset bilimi incelemelerinde liberal demokrat devletler incelemelerin ana konusudur (Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, 2018, s. 94). Liberal devletin ekonomi alanındaki rolünü Adam Smith ortaya çıkarmıştır. Smith’e göre devlet, ekonomiye müdahale etmemeli ve ekonomiye etki eden kurumlar da özerk olmalıdır. Böylece bireylerin kendilerini gerçekleştirebilmeleri için her türlü girişimin önü açılmış olur.
Marksist Devlet Kuramı
Marksizm’e göre tarih, sınıflara bölünmüş insanların mücadelelerinden oluşur. Buna göre toplumsal sınıflara bölünmek de devleti ortaya çıkarmıştır. Devlet, böylece üst sınıfların alt sınıfları kontrol altında tutabilmesinin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Marksizm’e göre devlet, üretim araçlarına sahip olan küçük bir azınlığın toplumu sömürmesini meşrulaştıran bir aygıttır. Devlet, sınıfların çatışmasını önleyen, kapitalist üretim biçiminin ve sömürünün devamını, hukuk ve yasalar ile sağlayan, gerektiğinde güç kullanan baskı aracıdır. Bürokrasi ve devlet kurumları, burjuva sınıfını koruyan, onun haklarını gözeten, işlerini kolaylaştıran örgütlü bir azınlıktır. Devlet, sınıfsal çatışmaları burjuvanın lehine göre engelleyen ve sınıfsal yapının korunmasını devam ettiren bir olgudur. Devletin amacına ulaşması, ancak toplumsal yapının ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Burjuva sınıfının izlerinin ve etkilerinin devlet üzerinden tamamen kaldırılması, devletin kaynakları topluma adil bir şekilde dağıtmasıyla devlet amacına ulaşır. Bunun için proleter diktatörlük ile devlet kontrol altına alınmalı, kapitalist devlet yıkılarak yerine komünist bir düzen getirilmelidir. Bu yaklaşımı Marks ve Lenin şekillendirmiştir. Marks’a göre komünist düzen oturdukça devlet ortadan kaybolmaya başlayacaktır. Böylece sınıfsal ayrılmalar da son bulacak ve komünist bir toplum kurulacaktır. Marksist kuram, daha sonra birçok düşünür tarafından revize edilmiştir. Bunların başında Antonio Gramsci gelir. Gramsci’ye göre, kapitalist sistem ekonomik ve siyasi olmanın yanında “hegemonya” kurabilmeyi başarmıştır. Hegemonya kavramı ile anlatmak istenen; burjuva sınıfı kendi ideolojik yaklaşımlarını meşrulaştırmasıdır. Böylece güç veya zor kullanmaksızın, istenilen davranış benimsenir ve hakimiyet kurulmuş olur. Gramsci’ye göre hegemonya hâkim görüşü yaratarak burjuva ideolojisinin karşısındaki görüşleri çarpıtmasıdır (Heywood, 2018, s. 112). Son yıllardaki Marksist çalışmalarda devlete olan klasik Marksist bakış açısı değişmiştir. Neo-Marksizm görüşe göre devlet, pek çok örgütü içinde barındıran ve sınıflar arası mücadelelere sahne olan bir alandır. Artık hâkim sınıfların demokrasi sayesinde gücünün dağıldığını ve birçok grubun arasında parçalandığını iddia etmişlerdir.
Elitist Devlet Kuramı
Elitist teoriye göre devlet iktidarını yönetmek için, önceden belirlenmiş bir grup vardır. Halk demokrasi ile kendi kendini yönettiğini zannetmektedir. Devletin karar mekanizmaları ise sadece belirli küçük bir grubun arasındaki mücadeleye açıktır. Seçimlere katılan halk kendi arasından bir temsilci değil, yönetime uygun azınlık arasından bir seçim yapar. Geriye kalan topluluk ise yönetilmeye ve günlük hayatını sürdürmeye devam eder. Elitist teoriyi, klasik elitist teori ve modern elitist teori olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
Klasik elit teorisini, Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto ve Robert Michels gibi isimler sistemleştirip geliştirmişlerdir. Klasik elit teorisine göre, yöneticiler tarih boyunca küçük bir grup olmuştur ve bu durum değişmemiştir. Devlet iktidarı bu açıdan bakıldığında, örgütlü küçük bir azınlığa hizmet etmektedir. Bu örgütlü azınlık devamlı olarak birbiri arasında iletişim halindedir. Halktan bazı kişiler belirli makamlara gelse de bu önemsiz bir durumdur. Yani halk bu yönetici azınlığa katılamaz. Çünkü bu yönetici azınlığın üyeleri belirli bir refah seviyesine, eğitime ve kültüre sahiptir. Bu grup içinde herkesin elde edemeyeceği bağlantılar ve imtiyazlar vardır.
Modern elitist teorinin öncüleri Joseph Schumpeter, Giovonni Sartori, Harold D. Laswell, Raymond Aron gibi isimlerdir. Bu düşünürlerin ortak noktası demokratik bir elit teorisi üzerinde yoğunlaşmış olmalarıdır. Demokratik elit teorisine göre, yönetilenlerin sayıca çok olmasından dolayı yönetime doğrudan katılmaları mümkün değildir. Halk bu yüzden kendisini temsil ettiğine inandığı bir elit grup içerisinden seçim yapacaktır. Bu durum kaçınılmazdır. Bu yaklaşımlarıyla modern elitist teorisyenler liberal demokrasiye karşı çıkmışlardır. Demokratik elit teorisine karşı çıkan modern elitist teorisyenler de olmuştur. Bunların başında C.Wright Mills gelir. Mills’e göre halkın elit bir azınlık tarafından yönetilmesi kaçınılmaz değildir. Bu durum kabul edilemez ve yasalara da aykırıdır. Mills özellikle ABD’deki iktidar elitini gün yüzüne çıkarmaya çalışmıştır. Buna göre ABD’de kritik karar alıcılar; büyük kapitalist şirketler (Wall Street), Ordu (Pentagon), ve siyasilerden (White House) oluşmaktadır.
Neo-Liberal Devlet Kuramı
ABD Başkanı Reagan, İngiltere Başbakanı Thatcher gibi isimlerin başlattığı, bir ekonomik ve siyasi programdır. Bu program 1970’li yılların sonunda yaşanan birçok kriz sonrasında uygulanmaya başlamıştır. Bu yönden teorisinin bir kısmını liberal kuramlardan ve pratikten alır. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın gelişmiş sanayisi olan ülkelerde kalkındırmayı hızlandırmak için refah devleti anlayışı uygulanmıştır. Fakat 1979’da yaşanan petrol krizinden sonra demokratik ülkelerin krize girmesi, küresel finans piyasalarının da krize girmesine sebep olmuş bütün dünyada ve Batı’da büyük ekonomik kriz yaşanmıştır. Sovyetler Birliğinin de etkisiz hale gelmesi, ekonomik olarak krizde olmaları ve dağılacağının da tahmin edilmesi üzerine neo-liberal akım çok daha hızlı bir şekilde yaygınlaşabilmiştir. Kısaca artık kapitalizmin karşısında ki sosyalist tehdit kalkmıştır. Hayek ve Milton Friedman gibi isimlerin öncülüğünü yaptığı bu yaklaşım birçok ülkede kabul görmüş ve uygulanmaya başlanmıştır. Buna göre devlet elini piyasadan çekmiş ve yürüttüğü kamu hizmetlerinin bir kısmını özel şirketlere devretmiştir. Böylece refah devletinin ekonomiye yük olarak yarattığı ve büyümeyi durduran engel aşılmıştır. Ülkelerdeki piyasalar da serbest ticaret ve serbest döviz akışı kabul edilmiştir. Dünya piyasaları birbirine entegre olmaya başlamış ve etkileşim içerisine girmiştir. Böylece birbirlerine bağımlı hale gelmişler ve çok uluslu şirketler karşısındaki devletin rolü de değişmiştir. Sadece çok uluslu şirketler değil, küreselleşmeyle beraber birçok uluslararası örgütün de uluslararası arenada söz hakkı olmasıyla devletin yönetim biçimi değişmiş ve dönüşmüştür. Tüm bu süreç içerisinde devlet, birçok yeni aktörün yönetim ve yönetilme sürecine dâhil olmasıyla yapısını değiştirmiştir. Örneğin devletler düşük vergi politikaları, ekonomik teşvik paketleri gibi yönelimlerle birçok çok uluslu şirketi sınırları içinde yatırım yapmak için cezp etmeye çalışmaktadır. Bunun yanında şirketlerin uluslararası alandaki gücü ve kaynakları yönetmesi devletlerin de dış politikalarında bu unsurları göz önünde tutmalarına neden olmuştur.
Kaynakça
Akal, C. B. (2000). Devlet Kuramı. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Heywood, A. (2018). Küresel Siyaset (5.Basım). BB101 Yayınları.
Heywood, A. (2018). Siyaset Teorisine Giriş (9. Basım). (H. M. Köse, Çev.) Küre Yayınları.
İşçi, M. (2016). Siyasi Düşünceler Tarihi (4. Basım). İstanbul: Der Yayınları.
Kapani, M. (2016). Politika Bilimine Giriş (52. Basım). BB101 Yayınları.
Kışlalı, A. T. (2018). Siyaset Bilimi. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.
Şenel, A. (2017). Siyasal Düşünceler Tarihi (6.Basım). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Zabunoğlu, H. G. (2016). Toplum Sözleşmesi Bağlamında John Locke’un Devlet Anlayışı. İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 7 (2), 535-559.
Harika ellerinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş keyifle okudum
Müthiş bir yazı olmuş . Örneklerle pekiştirmenizde farklı bir boyut katmış. Ellerinize sağlık 🙂
Kaliteli bir yazı olmuş. Teşekkürler.