Dr. Kürşat KORKMAZ ile Türkiye-ABD İlişkileri
Betül İBİŞ:
Hocam, Osmanlı döneminden bugüne Türk-Amerikan ilişkilerinden kısaca bahsederek, bu ilişkinin nasıl nitelendirildiğini anlatır mısınız?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Osmanlı döneminden başlayacak olursak, geniş bir perspektiften olaya bakmamız gerekir. Türk-Amerikan ilişkileri 1830’da Seyr-i Sefain Antlaşması ile başlamıştır. Osmanlı o dönemde Cezayir’e hâkimdi. Bu anlaşmadan önce de her ne kadar özerk bir yönetim olsa da Osmanlı’nın denetimi altındaydı. Amerikalı gemicilerin Cezayir’deki Osmanlı gemicileri ile karşılaşması sonucu Osmanlı gemicileri Amerikan donanmasını yenilgiye uğratmış ve vergiye bağlamışlardı. Seyr-ü Sefain Antlaşmasına bakarsanız bunu görmek mümkündür. İlk Osmanlı-Amerikan ilişkilerinin burada başladığına dair literatürde bu şekilde bilgiler vardır. Gelişen süreçle beraber geçtiğimiz günlerde de çıkan, Amerika’nın kurucu babalarından olan ilk Adalet Bakanı John Jay, o dönemlerde senatörlük aday oluyor ve seçim propagandası yaparken, “Osmanlı buraları da idare edebilir” diyerek Osmanlı algısının ne kadar güçlü olduğunu ortaya koyacak birtakım söylemlerde bulunuyor. 1830’dan itibaren yapılan ticaret antlaşmaları, Amerikan gemicilerin yapmış olduğu bir takım faaliyetler, Amerikan kongresinin kayıtlarına girmiştir. Daha sonra baktığımızda ilişkiler çok cılız. Birinci Dünya Savaşı’na geldiğimiz zaman öncesinde ve sonrasında bir Chester Projesi var. Bu projeye bakarsanız bildiğiniz gibi Abdülhamit döneminde Berlin ile Mekke Medine’ye uzanan bir demiryolu hattı vardı. Osmanlı’da İstanbul Bağdat Mekke Medine Demiryolu hattı olarak belirlenmişti. Bunun ihalesi yapılacaktı. Bu dönem içerisinde Almanlar öne çıkıyordu ama Amerikalı bir yetkili Colby Mitchell Chester’ın bir projesi var ve böylelikle demiryollarına talip oluyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve sonra Türkiye’de adı geçen bir isim. Literatürde Amerikalıları yine bu Chester Projesi ile karşımızda görüyoruz. Daha sonra bildiğimiz gibi Birinci Dünya Savaşı’ ndan sonra 14 ilke dediğimiz, Wilson’ın 14 ilkesiyle beraber Osmanlı’nın olduğu topraklarda bu ilkelerin doğrultusunda bir takım yapılması gereken faaliyetler ve politikalar ile ilgili Wilson ilkelerinin birkaç maddesinin Osmanlı’yı içerdiğini görmekteyiz. Yine burada Amerikalılar karşımıza çıkıyor. Bildiğiniz gibi Sivas Kongresi’nde bizim reddettiğimiz, o dönem içerisinde Amerikan mandaterliğini isteyen bir grup ortaya çıkıyor. Tabi bunu ayrı bir başlık altında anlatmak lazım. Türkiye’de Atlantikçi ya da Avrasyacı dediğimiz yapılar vardır. Atlantikçilerin köklerinin ilk ortaya çıktığı zamanlar Halide Edip Adıvar, Rauf Orbay gibi Cumhuriyetin karar alıcıları, Amerika ile ilişkileri iyi olan kişilerdir. O dönemde hatta Sivas Kongresi’nden önce bu kişilerin Amerikan mandaterliğini kabul etmemizin daha uygun olabileceğine dair bir takım söylemleri vardır ama biz Sivas Kongresi’nde herhangi bir manda yönetimi istemediğimizi, tam bağımsız kararların aldığını görüyoruz. Yani Amerika ile İkinci Dünya Savaşı’na kadar ilişkiler bu şekilde devam etmiştir. Cumhuriyetten sonra Amerikalılar Türkiye’yi bir şekilde tanıyorlar ama Lozan Antlaşması’ nda tanımıyorlar, bunu söyleyeyim. Lozan Antlaşması’nda da Amerikalı yetkililer müdahil oluyorlar hatta Lozan Konferansı sırasında bir öneri ortaya koyuyorlar. Bugün Suriye’nin kuzeyinde PYD, PKK’nın ortaya koymuş olduğu terör koridoru hattına Amerikalılar, Ermeni devleti kuralım diyorlar. Suriye’nin kuzeyine Türkiye’nin tam altında olan terör koridoru dediğimiz tam o bölgeye. Bunun belgesi de vardır bakabilirsiniz. Böyle bir öneriyle geliyorlar, tabi asıl amaçları Ermenistan devleti Erivan’da tam olarak kurulmadan önce, Türkiye ile Suriye hattını tam ortasından ikiye ayıracak şekilde bir Ermeni devletinin kurulmasını istiyorlar. Amerikalıların, tam olmasa da Türkiye’nin karşısında yer alacak şekilde böyle eylemlerin içerisinde olduğunu görüyoruz. Amerikan Kongresinde Lozan Antlaşması kabul edilmemiştir, yani şu an Amerikalılar tarafından Lozan Antlaşması tanınmıyor bunu da bilin. İkinci Dünya Savaşı’na geldiğimiz süreç içerisinde Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu barış perspektifli bir dış politika anlayışı var. Bu dış politika çerçevesinde hemen hemen her ülkeyle ilişkilerin geliştirilmesi önplanda. O dönemde Amerikalı büyükelçilerin Türkiye’yi ziyaretleri, Türkiye’yi takdir edecek şekilde düşünceleri de var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya farklı bir iklime giriyor. Bildiğiniz gibi, dünyada yeni kampların ortaya çıktığı bir sürece giriyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsızlığını ilan ediyor ama sürekli olarak Batı kampında yani müttefiklerin olduğu ABD, İngiltere ve Fransa’nın olduğu o kamptan yana daha net bir şekilde tavır koymasa da savaşın sonuna doğru bu kamptan yana net tavrını koyuyor. BM’nin kurucu antlaşmasına katılarak, San Francisco Antlaşması’na imzalayan devletlerden biri oluyor. Türkiye BM’nin kurucu üyelerinden bir tanesi oluyor yani savaşın galip taraflarının yanında yer alıyor. Savaşın sonlarına doğru şöyle bir durum ortaya çıkıyor:özellikle Sovyetler Birliği Stalin’in Türkiye üzerine bir takım söylemleri ortaya çıkıyor. Boğazlar üzerinde Montrö dengesinin değiştirilerek Sovyetler Birliği’ne burada bir üs verilmesi gerektiğini, Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere geçmesi gerektiğini söylüyor. Bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Türk idarecilerde bir tedirginlik yaratıyor. Sovyet tehdidini yakından hissetmeye başlıyorlar. Bildiğiniz gibi Türkiye bu dönem içerisinde Sovyet tehdidini bertaraf edebilmek için Yalta ve Potsdam Konferansları’ndan sonra yönünü belirliyor. Bildiğiniz gibi Yalta Konferansı’ ndan sonra dünya, Sovyetler Birliği’nin olduğu Doğu bloğu ile ABD’nin olduğu Batı bloğu olarak ikiye bölünüyor. Türkiye de yönünü Sovyet tehdidinden, Sovyetlerin o dönemde çok güçlü olmasından, daha yeni cumhuriyetin temellerini atmış olduğundan ve askeri, siyasi ve ekonomik anlamda bir takım oturmamış temelleri olduğundan dolayı Tanzimat’tan bu yana sürdürdüğü denge politikası doğrultusunda Batı kampında yer alarak ABD’den yana tavrını koyuyor. Tabi burada Türkiye’nin Sovyet tehdidinden dolayı bunu yaptığını net bir şekilde ortaya koymamız lazım. Bugün, Türkiye’de birtakım tartışmalar var Batısızlık olabilir mi ya da NATO’dan çıkılabilir mi gibi ama Türkiye’nin bu endişelerle NATO’ya girdiğini görüyoruz. 1952’de NATO’ya üye olduk ve geldiğimiz süreç içerisinde 1991’de iki kutuplu dünya sona erdi, tek kutuplu dünyaya geçtik. Soğuk Savaş dönemi boyunca yani yaklaşık elli yıl Türkiye, Batı kampı içerisinde yer aldı. Türk-Amerikan ilişkilerini burada farklı bir şekilde değerlendirmemiz lazım. Bu dönem, ilişkilerinin tamamen diplomatik ve siyasi olarak ortaya çıktığı bir dönemdir.
Betül İBİŞ:
Hocam peki, 1952’de Türkiye’nin NATO’ya davet edilmesi çerçevesinde gelişen transatlantik ilişkiler Türk dış politikasını nasıl etkilemiştir?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Türkiye, NATO’ya dâhil olduktan sonra Batı kampında yer aldı. Batıyla ilişkilerini geliştirme formatı altında ordusunu, siyasetini ve ekonomisini tamamen Batıya entegre olacak hale getirdi. Bugün, Türkiye’de dört tane ordu vardır. Birinci Ordu, İkinci Ordu, Üçüncü Ordu ve bir de Ege Ordusu vardır. İlk üç ordu NATO sistemi içerisindedir. Ancak Ege Ordusu farklıdır. Hiçbir şekilde bağımlı değildir. Ege Ordusu’na burada dikkatli bir şekilde bakmam lazım. Ege Ordusu’nu bildiğiniz gibi Türkiye ve Yunanistan arasındaki sıkıntılardan ve NATO’da Yunanistan’la müttefik olduğumuzdan dolayı ayırdık. Biz, Ege Ordusu’nu tamamen kendine özel şekilde teşkilatlandırdık. Bunu görmek lazım çünkü yarın bir gün bununla ilgili tartışmalar da ortaya çıkacaktır. Dediğim gibi transatlantik ilişkiler içerisinde, Batıyla ilişkileri daha net ortaya koyacak şekilde NATO bağlantısı içerisinde bunu yapmaya çalıştık. Bununla birlikte, Türkiye’nin 1960’lardan itibaren AB’ye tam üyelik için başvurduğunu görüyoruz. ABD’nin de her dönem AB ile ilgili Türkiye’nin politikalarını destekleyecek şekilde bir politik söylem içerisinde olduğunu görüyoruz fakat şunu da gözden kaçırmayalım, bugün Türkiye’nin AB’ye üye olamamasının bir takım nedenleri vardır. Jeopolitik, dini, kültürel nedenleri vardır ama ben şunu da bir neden olarak ortaya koyuyorum; Türkiye’nin AB’ye üye olamamasının ana nedenlerinden bir tanesi de ABD ve AB arasındaki güç mücadelesinden dolayıdır. Türkiye tam kritik bir noktada bulunuyor ve bundan dolayı da Türkiye’nin üye yapılmaması konusunda görüşler de vardır. ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesini istiyordu. İngiltere’yi AB içerisinde ABD’nin “Truva atı” olarak niteleyenler vardı. Bu anlamda Türkiye’yi de “ikinci Truva atı” olarak görenler de var. Hala ABD ve AB arasında güç mücadelesi vardır, bunu gözden kaçırmayalım. Biz konumuza dönecek olursak, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler NATO içerisinde devam etmeye çalıştı. 1952 ile 1991’e kadarki süreçte NATO bağlamında “müttefiklik” ilişkisi içerisinde yürüyen bir ilişki vardı. Peki, bu ilişki nasıl bir boyutta idi? ABD’nin büyük devlet, Türkiye’nin ise küçük devlet olduğu, bazı dönemlerde ise eksen ülke-bağımlı ülke gibi bir takım söylemlerin de ortaya çıktığı bir ilişki vardı. Bakacak olursanız Türkiye, Johnson Mektubu ile kırılma yaşadı, 1974’deki Kıbrıs Harekâtı’nda kırılma yaşadı. Yani tam bağımlı olmak konusunda Türkiye net emareler ortaya koymuyor. Belli dönemlerde tam bağımsız şekilde davranıyor. ABD’nin istediği politikaları yerine getiremiyor ama genel anlamda yaklaşık 1952-1991 arasındaki dönemde ilişkilerin genel bağlamı “müttefiklik” ilişkisi içerisinde. Nasıl bir müttefiklik içerisinde? ABD’nin çıkarlarının ön planda olduğu, ABD’nin her konuda Türkiye’nin kararlarını, görüşünü fazla şekilde dikkate almadan onun üzerinden kararlar aldığı bir müttefiklik. Bunu Küba Füze Krizi sırasında görüyoruz. Bildiğiniz gibi Sovyetler Birliği Küba’ya füze yerleştirmek istiyor, ABD de Türkiye’ye Jüpiter füzelerini yerleştiriyor ama Türkiye’nin bundan haberi yok. Daha sonra, Sovyetler Birliği donanması Küba’ya gidene kadar bir anda alarm seviyesi üst düzeye çıkıyor. Bir bakıyoruz, savaş olacak mı, olmayacak mı, ABD ve Sovyet yetkilileri görüşüyor, bizim hiç haberimiz olmadan füzeler sökülmüş. Türkiye’nin böyle bir pozisyonda olduğu bir süreç tabi, bunu da görmek lazım. Genel anlamda biz, benim kitabımda da ortaya koyduğum gibi 1945 ve 1990 yılları arasında Türk-Amerikan ilişkilerini ‘müttefiklik ilişkisi’ olarak değerlendiriyoruz ama bu büyük devlet-küçük devlet şeklindedir. ABD çıkarlarının öncelikli olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, Türkiye’nin ABD’nin koruma kalkanına ihtiyacı vardı. Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye yardımlar da yapıldı. Bu dönemde Türkiye-ABD ilişkilerinin anahtar kelimesi müttefiklik, ittifaklık ilişkisidir ama bu eşit ortaklık temelli bir ilişki değildir. Büyük devlet-küçük devlet, bağımlı devlet, eksen ülke gibi kavramlarla ortaya koyarsak daha net anlaşılacağını düşünüyorum.
Betül İBİŞ:
Hocam “müttefiklik” şeklinde ilerleyen ilişkiler 1990 sonrası dönemde nasıl şekillenmiştir?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Sosyal Bilimlerin laboratuvarı içerik analizidir. Hatta Chicago Üniversitesi’nin duvarında şöyle yazar: “Ölçemiyorsan söylediklerin kifayetsizdir”. Uluslararası İlişkiler’de Davranışsalcılarla Gelenekselciler arasında bir tartışma vardır. Davranışsalcılar temel olarak uluslararası ilişkilerin bilimsel temeller üzerinde olmasını iddia ederek ölçülebilir verilerle bir şeyler ortaya koymaya çalışırlar, ben de o taraftayım. Öğrencilerime de hep söylerim, uluslararası ilişkilere mutlaka matematiği koymanız gerekir. Benim çalışmalarımda da içerik analizi ve istatistiksel yöntemler var. Yaptığım çalışmalarda şunu gördüm, 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye-ABD ilişkilerinde karar alıcılar arasında bir kafa karışıklığı meydana geldi. Türkiye’nin Soğuk Savaştan sonra önemini kaybettiği ile ilgili, stratejik konumuyla ilgili bir takım kaygılara kapıldılar. ABD de savaşın tek galibi olduğu için ayakları yere basmayan tek süper güç, tek hegemon güç, tek kutuplu dünyanın lideri olarak ortaya çıktı. O nedenle uluslararası sistemi yeniden dizayn etmek gibi düşünceleri vardı. Türkiye’yi belli noktalarda konumlandırdı ama Türkiye’yi bu dönem içerisinde çokta fazla önemsemedi desek, yeridir. Bill Clinton döneminde bu net bir şekilde ortaya koyuldu. Soğuk Savaş’ın ardından Körfez Savaşı meydana geldi. Türkiye burada aktif bir şekilde rol oynamak istedi. Özal ile Bush dönemindeki yakın ilişkilerden dolayı Türkiye Irak’a müdahil olmak istiyordu, operasyonu birlikte yapmak istiyordu ama o dönem içerisinde Özal’ın planı devre dışı kaldı. Bu durum, ABD’de de her ne kadar yakın ilişkiler olsa da güven sorunu meydana getirdi. Gelişen süreçle beraber Amerikan karar alıcıları 90’yıllar boyunca hala aynı mantıkla “biz müttefiklik ilişkimizi devam ettirelim ama sen küçük devlet ol ben büyük devletim benim çıkarlarım öncelikli olur” şeklinde bir modelle ilişkileri devam ettirmek istediler. Daha sonrasına bakacak olursak özellikle Demokrat Parti adaylarının Türkiye’ye farklı bir bakış açısı vardı. Clinton’ın ikinci döneminde “stratejik ortaklık” kavramını ortaya attılar. Türk karar alıcıları da hemen bu kavramın üzerine atladılar. Neden? Ortak deyince ABD ile her alanda ilişkilerin geliştirileceğine dair algı oluştu ama stratejik ortaklık kavramının içerisinde her şey yoktu. ABD İsrail’le, Mısır’la, Romanya’yla hatta Boris Yeltsin döneminde Rusya’yla bile bir stratejik ortaklık modeli oluşturdu. Yani, Türkiye o dönemde ilişkiler farklı olacak diye düşünürken ABD karar alıcıları daha farklı şekilde düşünüyorlardı. Türk karar alıcıları 90’lı yıllar boyunca koalisyonlar döneminin olması, ekonomik kriz gibi nedenlerle ABD ile ilişkilerinin stratejik ortak olmasını istediler ama Amerikan karar alıcıları için ilişkiler yine büyük devlet-küçük devlet şeklinde oldu. Şunu da bir dipnot olarak verelim, verileri baktığımız zaman Amerikan karar alıcılarının Türkiye ile ilişkiler konusunda pozitif bir yaklaşım içerisinde olduğunu görüyoruz. Türkiye’yi kenara atılacak ya da gözardı edilecek bir ülke olarak görmediler fakat kendi düşünce tarzlarına göre Türkiye’yi dizayn etmek istediler. Hala da aynı şekilde devam ettiriyorlar. Kırılma noktası ise, ABD’nin 11 Eylül’den sonra dünyaya daha farklı bir şekilde bakmaya başlamasıyla oldu. Bu dönem içerisinde belli yapılarda değişmeye başladı. Thomas Barnett’ın “Pentagon’un Yeni Haritası” adında benim de derslerde okuttuğum bir kitabı var. 11 Eylül sonrasındaki ABD dış politikasını anlamak ve anlamlandırmak için kitabı okumakta yarar vardır, çünkü bu kitabın içerisinde Thomas Barnett, sermaye ve Pentagonu bir araya getirmiştir. Küresel sermaye sahibi şirketlerle Pentagon’daki üst düzey yetkilileri bir araya getirerek şöyle bir vizyon ortaya koydular: “biz dünyanın çeşitli bölgelerinde operasyonlar yapalım, bu bölgeleri dizayn edelim arkasından sizler küresel sermaye sahibi olarak gelerek buralardaki yapıları değiştirin”. 11 Eylül’den sonra Türkiye’nin hemen dibinde olaylar gelişmeye başlıyor. Afganistan’a, ardından da Irak’a ABD müdahalesini görüyoruz. Yani artık ABD’yi Türkiye’nin yanıbaşında görüyoruz. 1990’larda ABD Irak’ta birtakım faaliyetlerde bulunuyor. Irak’ın kuzeyinde 36. Paralel adında bir yapı oluşturuyor ve yasak bölge ilan ediyor. ABD’nin o bölge içerisinde Barzani, Talabani hatta PKK ile işbirliği yapacak bir pozisyona girdiğini görüyoruz ve Türkiye’deki en büyük rahatsızlıklardan bir tanesi budur. 2003 1 Mart tezkeresi yine kırılma noktasıdır. Özellikle 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den geçmemesi, ABD’de de büyük hayal kırıklığı meydana getiriyor. Bu nasıl bir hayal kırıklığı yaratıyor? Amerikalılar, Türkiye ile pazarlık yapıyorlar ve Türkiye üzerinden Irak’a müdahale edilecek. Türkiye’nin güneyinden, Irak’ın kuzeyinden Bağdat’a yönelik bir operasyon var. Bu operasyonun hem maliyeti düşük hem de daha kısa sürede hedefe ulaşılabiliyor. İkinci planda ise Basra Körfezi’nden Bağdat’a gidecek bir operasyon planlanıyor. Bu Basra Körfezi operasyonun, hem maliyeti yüksek hem de bölge üzerinde bilinmeyen alanlar çok fazla, ABD müttefiki yapılar çok az. Bu sebeple Türkiye’yi bir şekilde ikna etmeye çalışıyorlar. İskenderun Körfezi’ne Amerika birlikleri geliyor ama TBMM, 1 Mart dediğimiz o meşhur tezkereye ret veriyor. Yani TBMM, Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları üzerinden Irak’a girmesini veto ediyor. Bundan bir ay sonra yapılan meclis görüşmelerinde kabul ediliyor ama iş işten çoktan geçiyor. Amerikalılar Kızıldeniz’den dolaşarak Basra Körfezi’ni gidiyor. Bunu anlatmamın sebeplerinden bir tanesi, Türkiye ve ABD arasındaki ilişkilerinin ve krizlerin ana nedenlerini oluşturan bazı karar alıcılar vardır. Mesela, bu dönem içerisinde öne çıkan ABD Savunma Bakanı Jim Mattis, İskenderun Körfezi’ndeki ABD birliklerinin başındaki kişidir. CENTCOM komutanlarına (son 3 dönemdeki) baktığımız zaman hepsi İskenderun’dan gelen ABD’nin daha alt düzeydeki birliklerinin başındaki komutanlardır. Hem psikolojik olarak hayal kırıklığına uğradılar hem de hiç beklemedikleri bir şey oldu. Türkiye’ye biz her ne istersek yaptırırız diye düşünüyorlardı. Hatta o dönemi biraz daha hatırlamak gerekirse George Bush “ bu işi at pazarlığını dönüştürdünüz” dedi, o zamanın Dışişleri Bakanı Colin Powell “bizim sayemizde limanlarınız yenilecek, havalimanlarınız yenilenecek” gibi tepeden söylemlerle Türkiye’nin kabul etmesi gerektiğini söyledi. Yani, bugünkü ilişkileri anlamak için bunları görmek lazım. Özellikle Obama’nın ikinci döneminde ortaya çıkan “müesses nizam” dediğimiz, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı’ndaki Amerikalı yetkililerin birçoğunun 1 Mart Tezkeresi öncesindeki alt düzey yetkililer ve komutanlar olmaları özellikle Obama’nın ikinci döneminden başlayarak, Trump döneminde üst düzey yerlere gelmeleri ve Türkiye karşıtlığının temellerinin bu olduğunu görmek lazım. George W. Bush döneminde de Türkiye-ABD ilişkileri 1 Mart Tezkeresi’nden dolayı ciddi bir kriz yaşadı. İlişkiler dip noktasına geldi çünkü hem operasyonun maliyetleri arttı hem de Saddam Hüseyin’i devirme süresi uzadı. Yani, ABD bu kızgınlığının faturasını Türkiye’ye çıkarttı. Bu dönemde gözden kaçan bir nokta daha vardır; Büyük Orta Doğu Projesi ortaya çıkarıldı. Bu projeyle beraber ABD’nin 22 ülkenin sınırlarının değişeceği ile ilgili söylemi vardı. Bu dönem içerisinde tekrar Türkiye-ABD ilişkilerine bakacak olursak, Türk karar alıcılarının ortaya çıkardığı kavram yine “stratejik ortaklık” kavramıdır ama Amerikalılar yine Türkiye’yi müttefiki olarak görüyorlar. Amerikan karar alıcılar müttefik olarak, Türkiye bizim isteklerimizi yerine getirsin, Türkiye’yle ABD çıkarları çatışmadan, bizim çıkarlarımız daha önde olsun şekilde tepeden inmeci bir politika ortaya koyuyorlar.
Betül İBİŞ:
Hocam peki, 15 Temmuz sonrası Türk-Amerikan ilişkileri nasıl bir ivme seyretmiştir?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Obama iktidara geldiği zaman, herkes bir umutla Türkiye ile ilişkilerini geliştireceğini düşünüyordu ama Obama da “model ortaklık” kavramını ortaya attı. Model ortaklık kavramı, uluslararası ilişkilerdeki inşacı görüşleri temel alan bir yaklaşımdır. Burada kültürü, algıyı, yapıları ön plana alacak şekilde bir model oluşturmaya çalıştılar. Türkiye’deki belli yapılar bu kavrama atladılar, özellikle belli gruplar içerisindeki kişiler bunun alt yapısını sağlamaya çalıştılar ama bu da tutmadı. Bunun tutmamasının ana nedenlerinden bir tanesi de ABD’nin yine ortaya koymuş olduğu, kendi çıkarlarının ön planda olmasıdır. Yani Soğuk Savaş mantığı devam etmiştir. ABD hala dünyanın merkezinde kendini görüp, Türkiye’nin kendisine bağımlı olduğu şekilde bir model ortaya koyuyor. ABD çıkarlarının ön planda olması, ilişkilerdeki dengesizliği ortaya koyuyor. Yani, eşit müttefiklik olarak Türkiye’ye yaklaşmıyor. ABD büyük devlet olduğu için böyle olmasını normal olarak düşünebilirsiniz ama Türkiye’de kendi bölgesi içerisinde belli noktalarda buna karşı çıkan bir yapıdadır. Daha sonra bildiğiniz gibi 15 Temmuz meydana geliyor ve Türk-Amerikan ilişkilerinin de farklı bir yapıya doğru evrildiğini görüyoruz. Özellikle, 2011-2016 yılları arasında -ben bunu her programda söylerim- Türk dış politikası büyük hatalar yaptı. Şu anda Türkiye, 2011-2016 yılları arasında yapılan hataları revize etmek için atağa geçti. Bu ne zaman oldu? 2016’dan sonra. Ben 2016’dan sonra Türk dış politikasını “restorasyon dönemi” olarak görüyorum. Kaybettiği mevzileri, alanları kazanma ve dış politikadaki yanlışlarını düzeltme dönemi olarak görüyorum. Hala restorasyon devam ediyor ve uzun bir süre de devam edecek. Örnek vermek gerekirse 2011-2016 yılları arasındaki yanlış politikalardan bir tanesi, Münhasır Ekonomik Bölge ilan edemiyoruz. Geçenlerde Cihat Yaycı ortaya bir şey koydu ve dedi ki, “dünya yuvarlaktır ve bizim enlemler-boylamlar olarak Libya ile karşılıklı kıyılarımız var”. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Cihat Yaycı Libya’ya gidecekken orada belli yapılar Cihat Yaycı’yı devre dışı bırakıyor. Cihat Yaycı 2010’da bunu ortaya koydu ama biz Libya ile anlaşmayı 2019’da yapabildik. Aradan tam 9 yıl geçti. Ne olursa olsun, o dönemde devletin içerisindeki FETÖ terör örgütü bir şeyleri engellemişler. Türkiye Akdeniz’de yıllarca Münhasır Ekonomik Bölge’yi ilan edemedi. Niçin? “Eğer siz MEB ilan ederseniz İtalyan balıkçılar buraya gelip orkinos avladıkları için Kıbrıs ve AB politikalarında İtalya karşımızda yer alır ” dediler ve ondan dolayı devlet belli kararları alamadı. Yine bir raporda, biz şu an Doğu Akdeniz’de açıldık, eskiden Türkiye Yunanistan’dan dolayı Ege Denizi ile Kıbrıs arasında bir hatta sıkıştırılmıştı. Biz adalar konusunda olsun, Kıbrıs konusunda olsun adım atamıyorduk. Ne diyorlardı? Adım atarsak AB politikalarımız zarara uğrar, AB’ye giremeyiz gibi raporlar yayınlıyorlardı. 15 Temmuz’dan sonra hepsi temizlendi. Bugün, Türkiye’nin ortaya koymuş olduğu politikalara baktığımız zaman bağımsız ve milli iradeyi ortaya koyacak şekilde doğru noktalar üzerine gittiğini görüyoruz. Bir de şu algı var: “Türkiye yalnızlaştırıldı” hayır, böyle bir şey yok, Türkiye 2011-2016 yılları arasında yapmış olduğu hatalardan dolayı, dış politikada çıkmaza girdiğinden dolayı şu anda kaybettiği mevzileri kazanma aşamasında ve kazanmaya da başladı. Bunu bu şekilde değerlendirip, okumamız lazım. O dönem içerisinde ABD ile ilişkilere baktığımızda, belli noktalar içerisinde sıkıntıya girmişti. Hatırlayın, 2013’ten sonra Obama yönetimi Türk karar alıcılara randevu vermiyor, görüşmüyorlardı. Köşeye sıkışmışlığımız vardı: Suriye’nin kuzeyine DAEŞ, YPG, PKK gelmiş, Türkiye’ye sürekli bombalar atılıyor, Türkiye adım atamıyor. Tam o süreç içerisinde birde Rusya’yla uçak krizi meydana geliyor. Tam köşeye sıkışmış durumdayken, “her şerde hayır vardır” misali, 15 Temmuz sonrasında Türkiye bir anda içindeki bu safraları attı. Kanserli hücre gibi girdikleri her bölgeyi tümörlü hala getirmişlerdi, Türkiye kafasını kaldıramıyordu. 15 Temmuz’dan sonra o yapıların ortadan kalkmasıyla beraber, milli irade ortaya çıktı. Tam bağımsız, herhangi bir şekilde bir yapıya bağımlı olmadan, Ankara merkezli bir dış politika anlayışı içerisinde bugün aktif bir şekilde kaybettiğimiz mevzileri kazanma sürecindeyiz. Türk-Amerikan ilişkileri de Obama’nın ikinci döneminden itibaren dibe vurmuştur. 15 Temmuz’dan sonra ikili ilişkilerde yine krizler meydana gelmiştir. Rahip Brunson, S400, F-35, Suriye’nin kuzeyindeki YPG/PKK ile ilişkilerinin olduğuyla ilgili krizler meydana gelmiştir. Bu dönemdeki en büyük sorunlardan bir tanesi de, Trump’ın siyasetten gelmemesi ve Trump’ın kadrolarının çoğunda Türkiye karşıtlığı üzerine yapıların olmasıdır. Eğer Trump ikinci dönemde iktidara gelirse benim görüşüm, o yapıları biraz törpüleyecek. Türkiye ile ilgili görüşlerinin daha da netleşeceğini söyleyebiliriz. Yakında yayınlanacak olan makalemde ben Trump’ın konuşmaları ilgili yine içerik analizi yaptım. İstatistiksel olarak ortaya koyduğumda Trump’ın görüşleri %70 oranında Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi yönündedir. Türkiye’ye pozitif bakıyor ama içerdeki yapılardan dolayı Türkiye’ye karşıt bir yapı kurulduğunu görüyoruz. Ben, bu dönemi anlatırken genel anlamda Türkiye-ABD ilişkileri için bir kavram ortaya koydum: “zoraki birliktelik”. Ben bunu ölçülebilir veriler ve hipotezlerle destekleyerek ortaya çıkardım. “Zoraki Birliktelik” 2017 doktora tezi olarak ortaya çıktı ve 2018’de kitabı çıktı. RAND Corporation’ın Türkiye ile ilgili 2020 raporu vardı, orada “zor müttefiklik” kavramı vardır. İlk defa Türkiye-ABD ilişkilerinde kendimizin ortaya koymuş olduğu bir kavramla anlatmak ve açıklamak lazımdı. Zoraki birliktelik, aynı coğrafya üzerinde çıkarların bazı zamanlarda farklılaşması ile birlikte aynı ortak çıkarlar için ortak hareket etmeye mecbur kılmaktadır. ABD ile ilişkilerimiz hiçbir zaman sorunsuz olmamıştır. Yaşanan sorunlara, krizlere rağmen ilişkiler kesintiye uğrasa da, tamamen kopmadan zaman içerisinde düzeltilmiştir ve bu açıdan zoraki birliktelik kavramının çıkış noktasından biri, yaşanan sıkıntılı süreçlere rağmen Türkiye-ABD ilişkilerinin kopmadan gelmesidir. Bunu ortaya koymamdaki ana neden, Türk karar alıcılarının da ABD ile ilişkilere pozitif bakıyor olmasıdır. Yani ilişkilerin tamamen koparılmasını istemiyorlar. Amerikalı karar alıcılar da konuşmalarında Türkiye’nin gözardı edilecek bir ülke olmadığını söylüyorlar. Her ne kadar ABD’li karar alıcıların Türkiye ile ilgili son dönemde biraz düşmanca tavırları olsa da, genel anlamda Amerikan devletinin düşüncesini ortaya koyduğumuz zaman, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik iradeleri var. Bu, benim ortaya koyduğum hipotezler sonucunda ortaya çıkıyor. Yani, Türkiye-ABD ilişkilerini bu dönemde “zor müttefiklik” olarak değerlendirmek lazım. Belli dönemler içerisinde al-ver olan, belli dönemler içerisinde de çıkarların çatıştığı ama ilişkilerin mecburen devam ettiği bir süreci yaşıyoruz çünkü ABD artık on bin kilometre ötede değil. Sınırların ötesinde Suriye’de ABD bayrakları var, Irak’ta ABD bayrakları var ve bu bölgeler içerisinde sürekli karşı karşıya geliyoruz. Yani ne onlarla oluyor ne de onlarsız. Böyle bir model var. Bölgesel konularda bu iki ülke birbirine ihtiyaç duyuyor, onu da söyleyelim. Çoğu zaman karşı karşıya geliyoruz ama bazı konularda ABD’li karar alıcılar Türkiye olmadan bir şey yapılamayacağını söylüyor. Bugün Suriye ile ilgili bir tasavvurda bulunurken, burada bir Kürt devleti kurduralım ama Türkiye izin verirse olur diyorlar. Yüz Yılın Planı diye bir plan ortaya koyuyorlar ama Türkiye’yi yanımıza almadan bu ortaya koyulacak bir proje değil diyorlar. Bu şekilde değerlendirmek lazım.
Betül İBİŞ:
Hocam, biraz önce bahsettiniz gibi küreselleşme ile birlikte küresel sermayeciler ve komutanlar bir araya gelerek, gerek Güney Amerika’da gerek Asya’da gerekse Orta Doğu’da iyi otobanlar, havalimanları gibi şeyleri vadederek ülkelere neler yaptıklarını biliyoruz. Türkiye’ye bunu yapamadılar ve bence bu Türkiye’nin gücünü gösteriyor. Bu bağlamda 15 Temmuz bunun bir yansıması mıdır, bir daha böyle bir darbe girişimi olabilir mi?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Yine RAND raporundan gidelim. RAND Corporation, ABD Savunma Bakanlığı tarafından kurulan bir düşünce kuruluşu gibi gözüküyor. Daha sonra özel hale geliyor ama sürekli Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’yla iç içeler. Bugün RAND Corporation’da çalışan uzmanlara baktığımız zaman, Henry Barkey’i nerede görüyoruz? 15 Temmuz gecesi Heybeliada’da görüyoruz. Yine Graham Fuller, bildiğiniz gibi Türkiye’de istihbarat şefliği yaptı. Türkiye ile ilgili kitaplar yazan hatta Türkiye’deki hain FETÖ yapılarının fikir babası olan birisi. Yani böyle Türkiye karşıtı yapıya sahip bir kuruluş. 2020 RAND raporunda, Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonra milli iradenin ön plana çıktığı, daha bağımsız şekilde hareket eden, ABD’nin çıkarları karşısında yer alacak şekilde politikalar ortaya koyduğu söyleniyor. Zaten raporun başlığı da “Türkiye’nin Milliyetçi Rotası”. 15 Temmuz’dan sonra da zaten Türkiye’de kendilerine yakın çalışan grupların dağıtıldığını söylüyor. Raporun içeriğine baktığınız zaman bunları rahatlıkla görürsünüz. Sonuç olarak, Türkiye ile ilgili 4 tane senaryo ortaya koyuluyor. Birincisi, 15 Temmuzdan sonra Türkiye-ABD ilişkisi zor müttefiklik. İkincisi, biz bu ilişki modelini çok fazla kabul etmek istemiyoruz eski Türkiye’yi istiyoruz, deniliyor. Eski Türkiye nasıl? ABD’nin politikalarını çoğu zaman kabul eden, çoğu zaman aynı düzlemde yürüyeceğimiz bir yapı istiyorlar. “Dirilen Demokrasi” adında ikinci bir başlık atmışlar ve orada Türkiye içindeki ABD yanlısı ve ABD’ye çalışacak yapıların güçlendirilmesi gerektiği söyleniyor. Geçenlerde Joe Biden’ın konuşması gündeme gelmişti, bakacak olursak Dirilen Demokrasi başlığı altında yazılanlarla Biden’in söyledikleri alt alta üst üste. Baktığınız zaman Demokratlar, azınlıkların partisidir yani siyahilerin olduğu, Hispaniklerin olduğu, birtakım azınlıkların partisidir. Oradaki Müslümanların çoğu da Demokrat Parti’ye oy veriyor. Yani Joe Biden’ın ekibinin çoğu RAND bünyesinde olan kişilerdir. Türkiye’de Cumhur İttifakını, Recep Tayyip Erdoğan’ın ortaya koymuş olduğu Amerikan karşıtlığını ve bağımsız Türk dış politikasını ortadan kaldırarak tekrardan 2011-2016 yılları arasındaki gibi Türkiye’yi dizayn edecek bir iktidar istiyorlar. Burada Biden ne diyor? Bunu darbeyle değil demokrasiyle yapalım, demek ki darbe yolunu denemişler, başarılı olamamışlar ve bu sefer demokrasiyle yani seçimler yoluyla bunu yapmak istiyorlar.
Kemal KISA
: Hocam, Türkiye’de ABD tarafından fonlanan birçok sivil toplum örgütü olduğunu düşünüyorum. Demokrasiyle devirelim derken bu örgütler de onun içine girer mi?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Bunlar da var tabi ki. Sivil toplum kuruluşlarına ciddi destekler veriyorlar. Hangi grupları destekleyip, öne çıkardığını biliyoruz. Bu her zaman vardır ve olacaktır.
Betül İBİŞ:
Hocam son yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Ayrıca yaklaşan ABD seçimleri için neler söyleyeceksiniz, Trump ve Erdoğan yakınlaşmasından sonra Yunan lobisine yakınlığıyla bilinen Demokrat Parti adayı Joe Biden Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl etkiler?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Türk-Amerikan ilişkilerine baktığımız zaman, 15 Temmuz’la beraber kendilerine yakın çalışacak grupların hepsinin dağıtıldığını görüyorum. Türkiye’yi eskisi gibi birtakım raporlarla engelleyecek güçlerinin olmadığını görüyorum. Bugün F35’lerden dolayı ABD, Türkiye’ye ambargo uygulayacak diyorlardı, nerede ambargo? Ben bunu programlarda da söylüyorum, ABD kolay kolay Türkiye’ye ambargo uygulayamaz, uygularsa da kısa bir süreliğini uygular. ABD, Türkiye olmadan rahat rahat hareket edemez. Bakınız Türkiye’de İncirlik Üssü var ve oradan her yere açılıyorlar. Alternatif olarak İsrail’e, Irak’a üs açalım diyorlar. O zaman İncirlik üssünü kapatın, oralarda açın. Bunu yapamıyorlar. Joe Biden iktidara gelirse, Türk-Amerikan ilişkileri Obama dönemindeki gibi olacaktır. Türkiye’yi zorlu bir süreç bekleyecek. Biden anketlerde şu an önde gibi gözüküyor ve 3 Kasım’da seçimler olursa yeni başkan yemin edip 20 Ocakta göreve başlayacak. Önümüzde 6 ay var ve bizim ne yapıp edip Doğu Akdeniz’de, Suriye’de ve Libya’da güçlü bir konuma erişmemiz lazım, çünkü Biden kazanırsa Türkiye’nin karşısında yer alacak şekilde politikalar izleyecektir. Şu anda Trump’la beraber ABD, belli noktalarda çekimser kalıyor ama Biden gelirse tamamen Türkiye’nin karşısında bir pozisyon alacak. Bu anlamda Türkiye’nin bunu düşünerek bir an önce pozisyonunu güçlendirmesi lazım. Trump gelirse, ben şöyle görüyorum; bildiğiniz gibi Trump sürekli Sayın Cumhurbaşkanı ile ilişkilerinin iyi olduğunu söylüyor, iyi bir satranç ustası olduğunu söylüyor yani burada Türkiye’nin önemini ön plana çıkarıyor. Eğer, Trump gelirse ikinci dönemde kendi ekibini oluşturabilecek, kendi ekibini oluştururken de iyi ilişkiler içinde olduğu ülkelerin yanında olacak bir ekip oluşturacağını düşünüyorum. Türkiye karşıtı yapıların yavaş yavaş ayrılacağını düşünüyorum. Trump’la biraz daha olumlu ilişkiler gelişecek diye görüyorum ama tabi durum farklı. 3 Kasım seçimleri, ABD için bir ‘beka’ yani milli güvenlik sorunu yaşayıp yaşamamayla ilgilidir. Nasıl oluyor derseniz, 2000’li yıllardan itibaren küresel sermaye yapıları ABD’yi bir bataklığın içine soktular. Bu bataklık yavaş yavaş ABD’yi içine çekiyor. ABD’nin Orta Doğu bataklığı içerisinde bu kadar olmasının ana nedeni budur. Bugün, dikkat ederseniz küresel yapılar Çin’i destekliyorlar ve Çin’i yükseltmeye başladılar. Trump, Biden için “aşırı solun Truva atı” diyor. ABD’yi bitirecek olan kişinin Biden olacağını söylüyor ama gerçekten bunun emareleri de var. Wall Street Journal’da Henry Kissenger’ın Covid-19 ile ilgili yayınladığı makalesine baktığımızda Kissenger, eğer ABD 1990’dan sonraki liderlik rolünü almazsa çökecek, Çin arkadan gelerek onun tahtını sallayacak ve küresel bir yapı, BM üstünde bir yapı oluşması konusunda altyapı sağlıyor. Şu anda ABD’deki seçimler küreselciler ve milliyetçiler arasında olacak. Küreselciler dediğimiz Joe Biden ve ulusalcı dediğimiz Trump arasında bir seçim olacak. Trump’ın BM’de yaptığı konuşmalarına bakacak olursanız, ben küreselleşme taraftarı olan birisi değilim, ben milliyetçiyim der. Zaten politikalarının çoğunda da büyük şirketlere, Çin’de üretim yapmayın, gelin ülkenizde yapın diyor. Yani şu an Amerikan seçimleri küreselcilerle ulusalcılar arasında bir seçim gibi gözüküyor. Türk-Amerikan ilişkilerine yansımasına bakarsak Trump’la biraz daha iyi olacağını düşünüyorum ama Biden gelirse ilişkiler o kadar iyi olmayacak. Türk-Amerikan ilişkilerinde Obama döneminde negatif anlamda dip noktalar olmuştu, Biden ile de böyle bir döneme girileceğini düşünüyorum.
Betül İBİŞ:
Hocam son olarak, “Batısızlık” kavramının gündeme gelmesi ve ABD liderliğinin sorgulanmaya başlanması ikili ilişkilerin geleceğini nasıl etkiler?
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Şunu kabul edelim, Türkiye bölgesel bir güç. Bölgesel gücün tüm donelerini taşıyacak şekilde hamleleri var. Yine benim yazmış olduğum makaleden söyleyecek olursam bölgesel güç: bulunan bölgede tek egemen güç olmak, etrafındaki ülkeler üzerinde hegemonya kurmak manasında değildir; bölgesel güç olmak bir ülkenin, jeopolitik çevresindeki siyasal gelişmeleri etkilemek, kendi milli menfaatlerini söz konusu çevre içerisindeki ülkelerin milli menfaatlerini gözeterek sağlama, onlarla uzlaştırma yeteneğidir. Bu tanıma göre bölgesel güç olmak, yakın çevre ülkeleri için ekonomik, kültür, siyaset, insan hakları, özgürlükler vb. kriterler bakımından bir çekim merkezi oluşturmaktır. Bölgesel güç olmak, bölge içindeki ve yakın çevredeki ülkelere dışarıdan gelebilecek siyasi, ekonomik, askeri baskılarına karşı koyabilmektir. Bugün Türkiye Libya’da, Suriye’de, Nijer’de, Somali’de dışarıdan gelebilecek emperyal ve sömürgeci güçlere karşı ayakta durun diyor, onlara destek vermeye çalışıyor. Bölgenin üzerindeki kaynakları bölge halkının kullanması gerektiğini söylüyor. Bölgesel güç olmak, kendi güvenliğini başka ülkelere, örgütlere muhtaç olmadan sağlayabilmektir. Yani bu üç madde üzerinden değerlendirdiğimiz zaman Türkiye bölgesel güç formatına ulaşmış durumdadır. Zaten dün Sayın Cumhurbaşkanı da ondan bahsetti. Türkiye’de ki uluslararası ilişkilerde şöyle bir mantık var, “Türkiye orta ölçekte bir güç” diyorlar, ben bu söyleme karşıyım, tabi çok büyütülmesine de gerek yok. Türkiye’nin hala birtakım sıkıntıları var, kronik sorunları var. En önemli sorun, ekonomik gücü iyi hale getirmemiz lazım. Bağlantısız, kendi üretim modellerimizi oluşturarak bunu ortaya koymamız lazım. Şu anda doğum sancısı dediğimiz sancıyı yaşıyor Türkiye. Bölgesel güç ama küresel güç olmayla ilgili birtakım söylemler de kullanıyor, bu da bazıları için rahatsızlık meydana getiriyor. Bugün Türkiye, Yunanistan’la beni uğraştırma diyor. Bakın mesela bugün Doğu Akdeniz’de Türkiye aktif bir rol oynamak istiyor ama yine Yunanistan’ı önümüze atıyorlar. Artık Türkiye, Yunanistan bizim çapımız olmayan bir ülke diyebiliyor. Verilere baktığımız zaman Türkiye ve Yunanistan’ı aynı görmemek lazım. Bölge ülkeleri içerisinde şu anda savunma sanayisi %70’lere ulaşmış tek ülke Türkiye ve İsrail’dir. Yani bugün Mısır’ın ordusunda belki Türkiye’den daha fazla uçağı, denizaltı vardır ama Mısır’ın ordusuna baktığımız zaman ABD’den beş gemi almış, Rusya’dan beş gemi almış, Fransa’dan beş gemi almış, İngiltere’den beş almış. O anlamda bu dezavantajdır. Yarın bir gün o beş gemi ortadan kalktığı zaman ABD’nin üretmiş olduğu gemileri yüzdüremez, uçakları uçuramaz. Yani her taraftan aldığı için onları belli şekilde idare edecek personel sıkıntısı yaşıyor. Bu anlamda Yunanistan’ın savunmasına baktığımız zaman kendi ürettiği bir şey yok, sürekli dışardan alıyor. Türkiye’nin artık böyle bir ihtiyacı yok. Kendi kendine füzesini, gemisini, insansız hava aracını üretecek konuma geldiğini görüyoruz. Bu anlamda Türkiye’nin bölgesel güç mü, küresel güç mü diye sancıları var. Zbigniew Brzezinski’nin, Büyük Satranç Tahtası kitabı var. Orada, “jeopolitik mihverler ve jeopolitik oyuncular” diye devletleri ikiye ayırıyor. Jeopolitik oyuncuları küresel güçler olarak görüyor, jeopolitik mihverleri de onların altında bölgesel güçler olarak görüyor. Mesela Türkiye’yi bölgesel mihver olarak görüyor ama jeopolitik oyuncu olma kapasitesine de sahip diyor. Artık belli noktalarda o güce eriştiğimizi düşünenlerdenim. RAND raporunun üçüncü başlığında Türkiye için stratejik cambaz diyor. Orada şunu söylüyorlar, Türkiye yeri geldiği zaman ABD ile ilişki geliştirerek ona göre bir model ortaya koyuyor, yeri geldiği zaman Rusya ile ilişkilerini geliştirip ona göre bir model ortaya koyuyor, yeri geldiği zaman da bölge dışındaki Çin’le de belli noktalar içerisinde modelleme işine giriyor. Yani Türkiye şu anda bağlantısız gibi gözüküyor ama NATO’yu da asla kaybetmiyor. Yani “Batısızlık” diye bir kavram yoktur. Türkiye her zaman bu kampta yer alacak. Diyelim ki, Çin ve ABD arasında bir Soğuk Savaş yaşansa, her iki tarafa da mesafeli yaklaşacak ama daha çok Batı kampında yer alacağını düşünüyorum. Türkiye’nin artık kendi modelini ortaya koyduğunu görüyoruz. RAND’ın dördüncü başlığı “Avrasya Gücü”. Türkiye ileriki aşamalar içerisinde kendine ayrı bir yol çizerek Avrasya içerisinde bir birliktelik oluşturarak kendi gücünü ortaya koyabilir diye de düşünüyorum.
Kemal KISA:
Hocam Batısızlık kavramı Münih Güvenlik Konferansı’nda geçti. Orada şundan bahsettiler: ABD artık liderlik pozisyonunu kaybetti, bu sefer bir liderlik boşluğu doğdu, Avrupa ülkeleri de bir nevi yolunu şaşırdı bu yüzden de artık Batı hegemonyası çöküyor tarzında söylemler vardı. Bir de şunu söylemek istiyorum; Obama ile aynı fikirde olan iktidarlara bizde daha olumlu yaklaşılıyor. Hâlbuki Trump’ın her ne kadar milliyetçi söylemleri olsa da zaman zaman işbirliği yapabildiğimiz ve derdimizi anlatabildiğimiz bir iktidar olduğunu düşünüyorum. Son olarak, Türkiye’nin Avrasya’da önemli bir aktör olabilmesi için en büyük engellerden birinin İran olduğunu düşünüyorum. Obama’nın düşüncesindekiler iktidara gelince nedense İran’a daha ılımlı mesajlar gönderiyorlar ve İran bu arada güç biriktiriyor. Trump iktidarı bizim için bu yönden daha olumlu olur, çünkü Trump İran’ı sınırlıyor ve bu bizim menfaatimize bir gelişme diye düşünüyorum.
Dr. Kürşat KORKMAZ:
Bu bölge içerisinde üç tane önemli bölge vardır; Türkiye, İran ve Mısır. Bu üçünün bir araya gelmesi bu coğrafyada çok zordur. Gönül ister ki, bu üç ülke bir araya gelsin ve şunu haykırsın, bu bölge bizim bölge, bu coğrafya bizim coğrafya, biz burada ne ABD’yi ne Rusya’yı ne de emperyal Batıyı istiyoruz diye bir irade ortaya konsun. Fakat gel gör ki böyle bir şey yok. Bu üç ülke sürekli politik anlamda birbiriyle mücadele içerisinde. Bir dönem ABD İran’a yaklaşırken, bir dönem Türkiye’ye yaklaşıyor. Bugün ABD ve İran karşı kamplarda yer alıyor gibiler ama İran’ın ben gözümdeki rolünü söyleyeyim; 1979’dan sonra İran’a bölge içerisinde Şii dünyasının rolü verildi. Normalde İran 1979’a kadar seküler düzende giden bir ülkeydi. 1979’dan sonra İran devrimiyle beraber İran’a Şiiliğin lideri pozisyonu verildi. Humeyni’yi 1979’da Air France uçağına bindirip, Tahran’a indiren güçlere bakmak lazım. “Yeşil İslam” diye oluşturulan kuşağın arka temellerine bakmak lazım. Bunların arkasında Bernard Lewis var. Bernard Lewis, İngiliz asıllı, Amerikan istihbaratına bilgi veren biridir. Doktora tezi, Fatımiler Devletidir. Fatımiler Devleti, ilk Şii devletidir. Fatımiler Devleti’nin ortaya çıkmasıyla beraber İslam dünyası ikiye bölünmüştür. O dönemin küresel gücü Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ydu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu o dönem içerisinde Sünni dünyanın da liderliğini yapıyordu ama Fatımi Devleti Sünni dünyanın daha fazla büyümesini istemediğinden dolayı, Haçlı dünyasının Kudüs’ü almasına izin veren ve önünü açan bir devlettir. Amerikalılar ve Batı olaylara böyle bakmıyorlar, tepeden bakıyorlar. Tepeden baktığın zaman olayların önünü, arkasını, sağını, solunu rahatlıkla görürsün. Batı medeniyeti, bu dönem içerisinde iki tehdit gördü. Avrupa Hun Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu. İslam dünyası Türkiye’de öne çıkacak şekilde bir potansiyele sahip. Tekrardan bir Osmanlı ya da Türk-İslam dünyasının bir araya gelmesi Batı dünyası için bir tehdittir. Bin yıl önce bir Fatımi devleti çıkmış ortaya, İslam dünyasını ortadan ikiye bölmüş. Bunu bir şekilde körüklemiş ve şimdi ben bu rolü tekrar İran’a verirsem İslam dünyası yine ortadan ikiye bölünecek diyorlar. Bu coğrafya, mezhep çatışmaları yüzünden ortadan ikiye bölünmüş durumda. Batı genişliyor ve istediği politikaları yürütüyor. Batı, İran devrimini destekleyen ve İran’ın Şii dünyasının liderliğini ele alacak şekilde bir İslam devleti kurmasına ön ayak olan yapıdır. Bu anlamda da o yapıyı biz her ne kadar düşman gibi görsek de aslında destekliyor. Niye? Ayakta kalabilmesi için ona güç vermek gerekir. Batı işini o kadar iyi biliyor ki, İslam dünyası paramparça oluyor. Nüfus burada, yeraltı, yerüstü zenginlikleri bakımından dünyanın en zengin bölgesi ama gel gör ki bu coğrafyanın birtakım politikalarla nereye geldiğini görüyoruz. Münih Konferansı’na geldiğimiz zaman, kelimelerin alt yapısına iyi bakmak lazım. Ben içerik analizcisi olduğum için kelimelere çok fazla dikkat ediyorum. Dünyada ulus devlet modelinin artık miadını doldurduğunu ve ortadan kalkması gerektiğini söyleyerek böyle bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Bunu söylerken de arkadan gelen bir kavram var, büyük bir yapı. BM’nin üzerinde büyük bir yapının tüm dünyayı yönetmesi gerektiğini söylüyorlar. O anlamda, ulus devlete savaş açan küreselleşme taraftarları bu formatı ortadan kaldırarak “big government” diye bir yapı oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun alt yapısıyla ilgili söylemleri net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Önümüzdeki yakın süreç içerisinde olmasa da, küreselleşmeciler ve ulus devletler arasında bir savaşın daha da alevlenecek bir konuma geleceğini düşünüyorum. Bunu bu şekilde okumak, görmek gerekir.