Küreselleşen Dünyanın Düzen Sorunu ve İslam Adaleti
Küreselleşen Dünyanın Düzen Sorunu ve İslam Adaleti
Fikir, tüm evreni şekillendiren bir olgudur. Bu yönüyle ikiye ayrılır; Allah’ın külli iradesine teslim olmuş nurani fikir ve insanın cüz’i iradesini ilahlaştıran maddeci fikir. İlahi, sınırsız ve her şeye muktedir irade, Allah’ın isteme-tasavvur etme-yaratma şeklinde âlemlerin tamamını kapsayan bir fiildir. Allah’ın yaratma/meydana getirme fiili, birbirine sıkı sıkıya bağlı sebepler ve gereklilikler zincirinin tezahürüdür.
İnsanın sahip olduğu sınırlı irade ise mutlak kuvvet, gerçekleşme kesinliği ve mutlak doğruluk unsurlarını içermez. Daha açık bir ifadeyle, var olan maddi-manevi gerçekliklerden ortaya çıkan sebep-sonuç ilişkileri, toplumsal yaşamın ve her insanın bağımsız iradi davranışlarının neden olduğu olaylar ve olacakları önceden bilememekten kaynaklanan sınırlı kavrayışımız gibi nedenler, bu üç unsurun eksikliğine yol açar.
Dolayısıyla insan ürünü fikirsel/ideolojik bakış açıları, felsefeler ve sistemler, geçici, belli bir döneme veya topluma hitap eden, evrensellikten uzak mevcudiyetlerdir. Çünkü fikir, maddi-manevi etkenlerin şekillendirdiği insan aklının, inanmak ve uygulamak amacıyla sistemleştirdiği inanıştır; zihinsel tasavvurun oluşturduğu mantık silsilesidir.
İnsan aklının sınırlılığı insanı, ilahi irade karşısında boyun eğmeye, mutlak olanı müphem olana tercih etmeye zorlar. Sınırsız olana itaat ederek sınırlı beşeri irade, kendisini kendisinden üstün olana sunar, istikametini onun rehberliğinde belirler. Ve irade, aklıselimle uyumlu olduğu ölçüde “aydınlanma çağı”nı getirir.
Kavramların insan zihnindeki algılayış biçimlerinin değişmesinin, çeşitli amaçlar için gerçek anlamlarından farklılaştırarak fosilleşmelerinin önüne geçebilecek iman-inanç-akıl sisteminin, belirli kurallarla şekillenmiş cihanşümul bir sistem olması gerekir. Böyle bir yapının da, doğru-yanlış, ahlaki-ahlak dışı gibi zıtlıkları fıtratı bozulmamış iradi davranış biçimleriyle tanımlaması, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişmelerini önlemesi gerekir.
Şu ana kadar ortaya çıkmış, kitleleri peşinden sürüklemiş ideolojilere, dinlere ve inançlara bakıldığında, icraatı oldukça zor olan toplum-algı-düzen üçlüsünü bir dengeye oturtabilecek tek sağlam yapının İslamiyet olduğu görülmektedir. Sağlam olmak, ilkelerini taviz vermeden ve bozulmasını engelleyerek yaşatmaktır.
İslamiyet dışındaki yapılar, İslam fikir dünyasının önemli isimlerinden Aliya İzzetbegoviç’in de dediği gibi, “kendilerine has özelliklerini kaybetmek suretiyle varlıklarını devam ettirmektedirler.”[1] Ortaçağ Hıristiyanlığı bünyesinde gelişen aşırı ruhçu anlayış ve beraberinde, insanın maddi dünyasına dair gerekliliklerinin baskı altında tutulması ve önemsenmemesi reform döneminden bu zamana kadarki anti-Katolik oluşumların tam tersi bir yol izleyerek bu ihtiyaçları ihtirasa ve hazza dönüştürmelerine neden oldu.[2]
Bu çatışma ortamından doğan anlaşmazlık ve ötekileştirmeden, diğer dinler, kültürler ve toplumlar da nasibini aldı. Yanlış bir şekilde Katolik inançla bir tutulan İslamiyet, “Avrupa Problemi”ni çözebilecek alternatif bir yol olarak değerlendirilemedi. Yüzyıllar süren bu anlaşmazlıkları çözmek için kurulan AB, kültürel etkileşim için diğer kültürlere, dinlere açılım yapmayan Ortaçağ Katolik Kilisesi’nin anlayışını farklı bir boyutta hâlihazırda devam ettirmektedir.
Ancak 1990 sonrasında, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle tam anlamıyla birlik olabilen AB, Avrupalı kimliğini oluşturmak, yeni kurulan Batı bloğunun yapısını önce kendi içinde sistemleştirip, sonrasında da tüm dünyaya kabul ettirmek için hızlıca yapılanmaya başladı. Sosyalist yönetimden kurtulan Sırbistan gibi çoğu Balkan ülkesi de Birlik’e yakınlaşmaya başladılar.
Ancak bunun, uzun vadede etkisini gösterecek sonuçları oldu; imparatorluklardan ya da Osmanlı Devleti’nden koparak kurulan bu küçük ve siyaseten tecrübesiz ülkeler kendi kimliklerinden vazgeçerek “Avrupa İmparatorluğu”nun toprak parçası olmaya doğru yol almaya başladılar.
Hiçbir zaman birlik olamamış Balkanlar ve Batı Avrupa, hiç inanmadıkları birlikteliklerini kâğıt üzerinde evliliğe dönüştürdüler fakat görünen o ki Avrupa kültürü, Balkan ve Ortodoks doğu ülkelerini öteki olarak görmeye ve kendi doğrularını kabul ettirmeye devam etmektedir. Özellikle Sırbistan, Srebrenica katliamıyla tarihine, insanlık suçu olan soykırımı eklediği gibi siyasi hedeflerine de ulaşamamıştır. Hala AB üyesi olamayan Sırbistan, Bosna-Hersek ile de ilişkilerini düzeltebilmiş değildir.
Küresel barış sloganlarının atıldığı savaş sonrası dönemde Bosna’da yaşananlar, bu sloganın, insanların kalbindeki adalet arayışını söndürmek ve insanlığı uyutabilmek için söylenen bir ninniden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Evrensel barışın sağlanabilmesi için İslamiyet’in kuşatıcılığı, düzenli ve ölçülü sistematiği tüm dünyada söz sahibi olmalıdır. Tek kurtuluşun bu olduğunu belirten Aliya’ya göre, adaletin; ahlak-hukuk çatışmasına yol açmayan bir yapıya sahip olması gerekir.
Ona göre ahlak, din olmadan var olamaz, din olmadan da hakiki manada bir adalet olamaz. Adalet, hakkı olduğu yere koymak; hak edene hak ettiğini vermektir. Hak ise, çok anlamlı bir kelime olarak, adalet nizamını bozacak davranışlar sergileyenlere de hak ettikleri cezanın verilmesi gerektiğini gösterir, çünkü bu da onların hakkıdır.
Bu kelimenin çoğulu olan hukuk, düzen sağlar ve düzen de insan ilişkilerinin anlamlı bütünlüğüdür. İlişkiyi kuran ve böylece hukuk düzeninin iradesine sonuç bağladığı insanın “iç düzenini, iç rönesansını sağlamayan bir kurtuluş sahtedir ve zaten bu rönesans da Allah olmaksızın mümkün değildir.”[3]
Görüldüğü üzere adalet, fikir-ahlak-hak -din-düzen ve daha birçok kavramın bulunduğu kümede yer almaktadır. Adalet üzerine düşüncelerini bu düzleme oturtan Aliya İzzetbegoviç de, en adil olana; “el-Adl” olana şeksiz şüphesiz teslimiyetle başlayacak İslami dirilişi, en medeni adalet anlayışını getirecek, insanlığın tek kurtuluş reçetesi olarak görmektedir. Ona göre, “adalet hem şahsi hem de sosyal bir fazilettir”[4] ve en iyi şeklini İslamiyet’te bulur.