Uluslararası İlişkilerde Liberalizm
Modern devletin ortaya çıkmasıyla, 17. yüzyıl bireyin özgürlüğü kavramının daha çok ön plana çıkmaya başladığı bir dönem olmuştur. Bilimin gelişmesi ile birlikte bireylerin özgür düşünce sisteminin gelişmeye ve zihinsel sorgulamaların başladığı bir dönüm noktası oldu. Özgür düşünce ortamının oluşması süresince ortaç çağ sistematiğinin getirisi olan kilise, kral ve monarklara karşı başkaldırış ve otoriter düzenin sarsılması, bilimsel sorgulamalar, aydınlanma çağı ve beraberinde Rönesans dönemi ile birlikte bireyin özgürlüğü, özel mülkiyet hakkı gibi kavramlar yaygınlaşmaya ve sorgulanmaya başlanmıştır.
Bu gelişmeler neticesinde monarkların ve soylu sınıfın üstünlüğünün sarsılarak halk sınıfının güç kazandığı, devlet ve vatandaş arası hakların şekillendiği bir süreç oldu. Siyasal olarak birey hukuk kavramı ile tanışarak devlete karşı hak iddia edebilme yetkisi elde etti. Bireyin varlığının ortaya çıkışı ve skolastik düşüncenin sarsılması ile liberalizm teorisi de doğmuştur denilebilir. Kelime anlamı olarak ‘Özgür’ anlamına gelen Latince ‘liber’ kelimesinden ‘liberal’ terimi ortaya çıkmıştır. (Heywood, 2016, s.47)
Liberalizm düşüncesi farklı toplumlarda farkı savunucular ile desteklenmiştir. İngiltere’de John Locke, Almanya’da Immanuel Kant, İskoçya’da David Hume ve Adam Smith, Fransa’da Montesquieu, Voltaire ve Amerika’da James Madison, John Marshall liberalizme yeni boyutlar ve argümanlar getirerek, sistemi eleştirerek ideal düzene dair varsayımlar geliştiren öncüler olmuşlardır. Düşünürler farklı toplumlardan gelmiş olsalar da toplumsal gözlem ve sıkıntılar neticesinde siyasal, sosyal, ekonomik liberalizmin çeşitli kollarında aynı ya da benzer argümanların savunucuları olmuşlardır. (Elma, 1996, s.12)
Liberalizme göre, monarşi veya diktatörlük gibi kontrolsüz güçle karakterize edilen bir siyasi sistem, vatandaşlarının temel hakkı olan yaşam hakkını ve özgürlüğünü koruyamaz. Bu nedenle liberalizmin temel kaygısı, siyasi gücü sınırlayarak ve kontrol ederek bireylerin özgürlüğünü koruyan devlet mekanizmaları ve kurumlar inşa etmektir. Buna göre, devletler, uluslararası sistemdeki birincil aktörler olabilirler fakat tek aktör değillerdir. Devlet, dış politikayı etkilemeye çalışan bireysel bürokrasilerden, çıkar gruplarından ve bireylerden oluşur. Bu aktörler arasında rekabet, koalisyon, çatışma, uzlaşma olabilir.
Liberalizm sadece uluslararası politikaya yönelik değildir; iç politika da önemlidir. Devlet yetkisini sınırlayan faktörler vardır; devletlerin çıkarları çok yönlü ve değişkendir. Dünya siyasetinde tek önemli aktör devletler değildir. Devlet dışı aktörler, uluslararası ilişkilerde göz ardı edilemeyecek önemli varlıklardır ve devletlerarası iş birliğinin teşviki ve barış ortamının sağlanmasında önemli bir rol üstlenirler. Uluslararası Kuruluşlar, tarafsızlığın temsiliyeti açısından kendi başlarına bağımsız aktörler olabilir. Özellikle günümüzdeki Apple, Google gibi çok uluslu şirketlerin varlığı ve serbest piyasa ekonomisi ile dünya ekonomik düzeninde bağlılıkların olduğunu ve iş birliğinin kaçınılamaz olduğunu savunmaktadır. Liberaller monarşilere, yeni toprakların fethine, güç dengesine, ittifakların kurulmasına, gizli diplomasiye ve emperyalizme karşı çıktılar. Monarşiler yerine Cumhuriyet devletlerinin kurulmasını ve devletlerin hukuksal düzenlemeler ile korunması fikrini desteklediler. Liberal düzene göre anayasacılık ve meritokrasi başarılı bir yönetim ve refah toplumlar için uygulanabilir hukuksal normları içeren sistemlerdir. Kendi rızası ile yönetimde hak sahibi olanlar ne kadar çok liyakate ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak davranış sergiler ise birey ve toplum o derece aydın olacaktır. Hümanist bir düşünceyi benimseyen liberalizmde, bireyin özgürlüğü başka bir bireyin özgürlüğünü kısıtlayana kadardır. Anarşik bir toplumdan kaçınabilmek için devlet hak ve özgürlüklerin koruyucusu olmakla ve tarafsızlık gözetmekle yükümlüdür. (Tucker, 1994)
Liberal toplum, zorlayıcı güç yerine gönüllü iş birliğine dayanır. Gelişmek için insanlar mümkün olan en dinamik ve akıcı şekilde iş birliği yapmalıdır ve liberal toplum bu iş birliğinin en üst düzeye çıkarılmasına ve dolayısıyla refahın ve zenginliğin olduğu bir sisteme ulaşmaya izin verir. Liberalizm ayrıca bireylerin rasyonel yani mantıksal varlıklar olduğuna ve bu nedenle kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olmaları gerektiğine ve kendileri için iyi olanı rasyonel aklın sorgulaması ile ulaşabileceklerini savunur. (Çetin, s.24-25) Toplumlar ve inanç sistemleri, bireylerin haysiyetine ve özgürlüğüne saygı duymadıkları ölçüde liberal değildir. Başkalarının kendi inanç ve değerlerine göre yaşama özgürlüğüne müdahale edilmemesi, dolayısıyla hoşgörünün ve başkalarına zarar vermenin önlenmesi liberalizmin temel duruşlarından birisidir.
Bireyselcilik ve özgürlük kavramlarını ana mesele haline getiren liberalizmde negatif ve pozitif olmak üzere iki özgürlük kavramı üzerine durulur. Negatif özgürlük kavramı, “hiçbir insanın veya grubun birbirlerinin faaliyetlerine karışmama durumu” olarak tanımlanabilir. Bu anlamda siyasi özgürlük, basitçe, bir insanın başkaları tarafından engellenmeden hareket edebildiği alandır. Yani, negatif özgürlük, kişinin herhangi bir kısıtlama veya müdahale olmaksızın yaşamasını ele alır. Buna karşılık, pozitif özgürlük, kişinin eylemlerini kontrol eden veya belirleyen hatta bir dereceye kadar müdahale veya kısıtlamalara tabii tutulabildiği durumdur. (Ballıkaya, s.3-4)
Liberalizmin savunduğu argümanlardan birisi de demokratik barış teorisidir. Demokratik barış teorisi, liberalizm tarafından uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılan önemli bir teoridir. İkinci olarak ise demokrasinin uygulayıcısı devletlerin birbirleri ile iş birliği yapma potansiyelinin demokratik olmayanlara kıyasla yüksek olduğunu savunur. Fakat bu durum tamamen barış ortamının sağlayıcısı bir fırsat sunmamaktadır. Savaşın maliyetleri ve riskleri, nüfusun geniş kesimlerini doğrudan etkilediğinden devlet yönetimini elinde tutanlar savaşın maaliyetinden ve olumsuz sonuçlarından kaçınmayı tercih ederler. Ayrıca, liberal olmayan bir lider görevde olsa bile, ifade özgürlüğü, siyasi çoğulculuk ve rekabetçi kurumlar, bu liderlerin halkı savaşa girmeye ikna etmelerini zaten zorlaştıracaktır. Uzmanların tartıştığı noktalardan birisi de demokratik olan devletlerin demokrasinin olmadığı devletlere karşı kendi çıkarları doğrultusunda agresif bir tutum sergileyebilecekleri ihtimali üzerinedir. Bunun somut bir örneği olarak 2003 yılında ABD’nin Irak ile sıcak çatışmaya girmesi verilebilir. (Meiser, 2018)
Demokratik barış teorisinin geçersiz kılındığı örnekler günümüzde de devam etmektedir. Yakın zamanda yaşanılan ve hâlâ devam eden Ukrayna – Rusya çatışması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar demokrasilerin sıcak çatışmaya girmeyecekleri, bu durumun kârdan çok zarar getireceği iddia edilse de 21. yüzyıl, demokrasi uygulayıcısı iki devletin sıcak çatışmaya girmesine şahit olmuştur.
John Locke liberalizmin babası olarak kabul edilmektedir. Locke’un felsefesinin temel bileşenlerinden biri tabula rasa yani boş levhaydı. Locke, insan zihninin ve durumunun herhangi bir kalıtsal özelliğe sahip olmadığını iddia ediyordu. Buna göre, varlığın her yönü dış etmenlerin etkisi altında kalarak gözlemlenir, öğrenilir ve algılanırdı. İnsanoğlu tıpkı boş bir levha gibi şekillendirilmemiş bir zihin ile doğar ve öğrendikleri, gördükleri neticesinde bilgilenirdi. Locke’un hükümet görüşü, bireylerin doğa durumunda sahip oldukları hakları ellerinde tuttukları ve belirli haklardan, ceza hakkından feragat etmeleri karşılığında fiziksel zarardan korunma, mülklerinin güvenliği vb. elde edebilecekleri toplum sözleşmesi fikrini ortaya atmıştır. Bu nedenle, devlet ve vatandaşlar iş birliği halinde olmalıdır, aksi takdirde vatandaşlar, doğal haklarını güvence altına alamayan herhangi bir hükümete isyan edebilir ve gücüne son verebilir. Toplumdan önce bireyin özgürlüğünü öncelik edinir. Locke ayrıca kilise ve devletin ayrılmasını ve bireyin devlet tarafından dayatılan bir din olmadan bireyin özgür iradesi ile istediği dine mensup olabileceğini savunuyordu. Locke tarafından önemsenen ve mücadelesi verilen bir diğer argüman da mülkiyet hakkıdır. Ona göre, devlet sistemleri oluşmadan önce eşitlik ve iş birliği içerisinde yaşayan bireyler, kısaca doğa durumu denilebilir. Başkaları için de kaynak, süreklilik ve paylaşılabilir doğal bir hak olarak görmektedir. Özel mülkiyetin bir özgürlük gerekliliği olduğunu savunarak mülkiyetin devlet tekelinde olmaması gerektiğini devletin sadece barış ortamın korunabilmesi adına bireylerin mülkiyetinin güvenliğini üstlenebileceğini savunur. Herkesin emeğinin ürününden hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu kadarını almaya hakkı vardır. Ancak Locke’a göre, doğa durumunda kişinin ihtiyacı olandan fazla ürünü istifleme hakkı yoktur. Elde ettiği mülkiyeti ve ürünün fazlasını daha az olan bir birey ile paylaşma eğilimi göstermelidir. (Ekici, Kurtağzı, Tunç, 2012, 505-508)
Locke, doğal haklar[1] doğumla kazanıldığı için, liberal gelenekte her bireyin haklarını korumak devletin sorumluluğundadır, der. Liberalizm doğal haklara karşı herhangi bir müdahaleye karşın bireyi güvence altına alır. Hükümetin yapmasına izin verilen şeylerin sınırlarını belirlemek için bir temel olarak kullanılır ve genellikle liberal bir devlet anayasa ile hukuk kurallarını düzenler ve bir sınır çizer. Locke, bu argümanını Two Treatises of Government (Hükümet Üzerine İkinci Tez) adlı eserinde açıklamıştır. Doğa yasasına tabi olarak çoğunluğun iradesi üstün gelmelidir. Yasama organı merkezîdir, ancak doğa yasasını ihlal eden yasalar yaratamaz. (Locke, 1823)
John Locke, mülkiyet hakkı kavramından bahsederek, devletin güvenliği koruma davranışının sınırlarını çizmeyi amaçlamıştır. İnsanlar akıllıdırlar ve iş birliğine eğilimlidirler. Doğa durumunda anarşik bir ortamın oluşacağı fikrine ise pek sıcak bakmaz. Locke, kuvvetler ayrılığı teorisini kavramsallaştıran ilk kişidir. Böylece güçler birbirleri tarafından dengelenir ve böylece güçlü bir sınırlama oluşturulur. Halk bu şekilde iradesini kendisine dayatan devlet vesayetinden kurtulabilir. Toplum sözleşmesine göre, kanunlar tüm vatandaşlara eşit bir şekilde uygulanmalı ve belirli bölgesel çıkarları desteklememeli. Locke, insanlar arasında doğal bir hiyerarşi yoktur, der ve her insanın doğal olarak özgür olduğunu, doğa kanunu altında eşit olduğunu savunur. Yalnızca “sonsuz bilge yaratıcı olan tanrının” iradesine tabi olunabileceğini öne sürer. Ayrıca herkesin bu yasayı uygulaması ve bu yasaya uyması gerekmektedir. İnsanlara suçluları cezalandırma hakkını veren bu görevdir. Ancak böyle bir doğa durumunda, cezalandırma hakkının herkesin eline verilmesinin adaletsizliğe ve şiddete ve anarşik bir ortama yol açması kaçınılmazdır. İnsanlar, devlet ve vatandaşları arasında doğa kanununu uygulama gücüne sahip bir sivil hükümeti ortak rıza ile tanımak için birbirleriyle bir sözleşmeye (social contract) girerlerse bu düzeltilebilir.
Özel mülkiyetin gerekliliği ve toplumsal eşitliğin ve refahın bireysel özgürlükten geçtiğine inanan bir diğer düşünür de John Stuart Mill’dir. Mill’e göre, toplumsal fırsat eşitliğinin sağlanabilmesi için devlet, önlem alıcı ve zaman zaman sınırlandırıcı davranışlarda bulunabilir. Buna örnek olarak miras yolu ile elde edilen mallar, sosyal adaletin sekteye uğramaması için meşru sınırlamalar ile düzenlenebilir ya da adil bir vergilendirme sistemi ile hak ihlalleri ve belirli bir zümrenin refahının diğer bireyler üzerinde ezici bir güç oluşturması engellenebilir. Mill, bireylerin ekonomik özgürlüklerine ulaşabilmeleri yolunda devletin fırsat sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bir araç olması gerektiğine inanmaktadır. Bu anlayış ile birlikte, bireyler kendi potansiyellerini keşfetmeli ve faydacılık ilkesi ile hareket etmelidir. Liberal iktisadi düzen de bireylerin gelişebilmeleri ve istedikleri meslek kollarında kendilerine ve topluma fayda sağlamalarına imkân tanımaktadır. İyi bir gözlemci olan Mill, toplumları kendi içerisinde bölerek her topluma eşitlikçi, özgürlükçü ve hak sahibi değer atfetmiştir. Bu bağlamda, kadınların da eşit koşullar altında kendi özgürlüklerinin savunucusu olması gerektiğini iddia etmiştir. Her bireyin hakikati kendisi için arayabilmesi gerektiğini savunarak ifade özgürlüğünün gerekliliğine de vurgu yapmıştır. (Pınarcı, 2013, s.96-97)
Küresel düzeyde liberalizm, dayanışmayı destekleyici bir rol üstlenir. Liberalizm, devletin seçimler, kuvvetler ayrılığı, yargı süreci, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi yerel özelliklerinin küresel sahneye yansıtılmasıyla birleştirilme eğilimi taşırken iş birliğine vurgu yapmaktadır. Buna göre, iş birliğini oluşturabilmek ve yürütebilmek amacıyla devletler ulus ötesi uluslararası kurumların birleştirici rolüne ihtiyaç duymaktadır. Özellikle Birleşmiş Milletler kapasite ve potansiyel açısından liberalizmin örnek olarak benimsediği kurumsallaşmayı ve dayanışmayı üstlenen kurumsallaşma anlayışına etkin bir örnek oluşturmaktadır. (Hovden, 2002, s.75-77)
İskoç aydınlanması olarak adlandırılan sosyal teorinin düşünürlerinden olan David Hume, Locke argümanının tersine, toplumu şekillendiren ve kaotik ortamdan uzaklaştıran şeyin rasyonel akıl olmadığı, Tanrı tarafından doğal olarak gelen bir olgu olmadığını sonradan edinilen tecrübeler ve yaşanmışlık ile elde edilebileceğini iddia eder. (Erdoğan, s.7-8)
Sanayileşme ile beraber, 18. yüzyıl sonlarında Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” kitabıyla ekonomide devlet müdahalesi olmadan özgür serbest piyasa modeline dayalı ekonominin liberalliği kavramı önem kazanmıştır. Bu anlayışının açıklandığı, ekonomik liberalizm, piyasaların hareket özgürlüğüne dayanmaktadır. Bu doktrin dört temel kavrama dayanmaktadır: insanlar eşittir, özgür-rasyoneldir ve akla sahiptir. Bunlar kendi rasyonel ilkelerine ve özel çıkarlarına göre eylemlerini kurarlar. Ancak bu davranışlar, hatta bireysel olanlar bile dolaylı olarak genel çıkara katkıda bulunur. Toplum, tek başına işleyen ve bireyler arasındaki mübadeleler sayesinde kendi kendini yöneten bir pazar olacaktır. Smith, eserinde invisible hand (görünmez el) teorisinden bahseder. Buna göre devletin piyasaları düzenlemesine ve müdahale etmesine gerek yoktur. Kaynaklar verimli kullanılır ise, rasyonel akıl arz talep dengesini kendi kendine yönetebilme ve düzenleyebilme yetisine sahiptir. Merkantalist sistemin aksine, birey eylemde bulunurken genel bir çıkar amacı gütmez; eylemlerinde birey, kendi çıkarları doğrultusunda özgürce hareket eder. Bunu yaparak, kolektif çıkarların tatmin edilmesine katkıda bulunur. Kişisel çıkarlar, toplumun çıkarlarıyla birleşir ve birbirini tamamlar. Bu nedenle genel ekonomi, arz ve talep arasındaki akışı soyut bir şekilde sağlayan “görünmez bir el” sayesinde mübadele yoluyla işler. (Horwitz, 2011, s.93-94)
Smith, görünmez elin düzgün işlemesini sağlamak için ekonomiye sınırlı devlet müdahalesini savunur. Bu manada, meşhur sözü “laissez faire, laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ile ticareti ve serbest piyasayı zorunluluklar ve kısıtlamalar altında bırakan hükümetlere özgürleşmeleri için çağrı yapmıştır. (Smith, 1985)
Bireysel özgürlük, Kant’ın etik ve siyasi felsefesinde de merkezi bir rol oynar. Onun ahlak felsefesinde, bireysel özgürlük veya özerklik “ahlakın” en yüksek ilkesidir. Immanuel Kant, 18. yüzyılın sonlarında, ortak liberal değerlerin birbirine karşı savaşmak için hiçbir nedeni olmaması gerektiği fikrini geliştirdi. Kant’a göre, liberal devletler yurttaşları tarafından yönetildiği ve yurttaşlar nadiren savaşı arzuladıkları için, devletler ne kadar liberal olursa, dünya o kadar barışçıl hale gelirdi. Immanuel Kant’ın son felsefi eserlerinden biri olan Ebedi Barış’ta mutlak monarşik düzendeki krallıklara karşı çıkarak, toprak üzerine hakimiyet sahibi olamayacağından bahsetmektedir. Devleti bir kişi olarak nitelendirerek, bağımsızlığın ve kalıcı barışın özneleri arasında saymaktadır. Emperyal fikirlere ve atılımlara ise karşı durarak liberal düzende devletin bir kişiye mahkûm olamayacağını kendi egemenliğini kendi elinde tutabileceğini açıklar. Kant’a göre doğal durum sürekli barış ve sükunetin hüküm sürdüğü bir ortam değil savaş tehlikesinin de var olduğu bir ortamdır. Bu nedenle, barışın temel sağlayıcısı olarak hukuk düzenine başvurulması gerektiğini, hukuki düzenlemeler içerisinde kamu hukuku, devlet hukuku ve uluslararası hukuk gibi temel bağlayıcıların teşkilatlanması gerektiğini öne sürer. Anayasaya dayalı cumhuriyet devleti düzenini savunan Kant, tüm bireyler rasyonel olduklarından, bir savaşın bedelini üstleneceklerini bilirler böylece liderlerinin savaşa gitmesini engelleyebilirler, der. Hukukun üstünlüğünün ise; yasama, yürütme ve yargının ayrılığı ile sağlanabileceğine inanmaktadır. (Bozkurt, 2007, s.504-507) Kant, insan rasyonelliği gereğince ahlaki değerlere sahip rasyonel bireyler, barışçıl bir toplum ve dolayısıyla barışçıl bir dünya yaratır düşüncesini destekler. Sürekli barışın bir sağlayıcısı olarak birbirinin hak ve özgürlüklerine saygının varlığına dikkat çeker.
Uluslararası İlişkiler disiplininde toplumların varoluşlarından itibaren sosyal dinamiklere, gözlemlere, değişken dinamiklere yönelik bir eleştiri ve anlam arayışı olarak ortaya çıkan teoriler zaman içerisinde karşıt teoriler ile değişime uğramış ya da dönemin gerekliliklerini karşılayamadığı zamanlarda etkisini azaltarak durgunlaşmıştır. Realizme karşıt bir savunma olarak toplumları yüzyıllar boyunca etkisi altına alan liberalizm de, sanayi devrimi ve kitlesel savaşlar ile dönüşüme uğrayarak neo-liberal döneme ve sonrasında ise yeni karşıt teoriler ile anılmaya başlanmıştır. 19. yüzyıla kadar özellikle batı toplumlarında revaçta olan liberal anlayışlar, 20. Yüzyıla gelindiğinde kapitalist sistem, komünizm anlayışının hâkim olduğu toplumların mücadelesi ile hakimiyeti zayıflayan teorilerden olmuştur. Özellikle yıpratıcı savaş dönemlerinden çıkan toplumlar ekonomik buhran dönemi ile mücadeleye girmiş ve bu süreç içerisinde serbest piyasa ekonomisinden ve liberalizmin öğretilerinden uzak kalmışlardır. 1960’lı yıllar beraberinde devletin kollarını genişlettiği, güçlendiği ve ekonomide daha çok söz sahibi olduğu yılları getirmiştir. Fakat bu genişleme beraberinde ekonomik düzelmeyi ve yükseliş dönemini getirmemiştir. Bu durum da dünyada farklı coğrafyalarda tekrar liberal düzene dönüşün kapısını aralamıştır. Reagenizm ve Thatcherizm Amerika’da ekolleşmeye başlamıştır. Bu dönemde yine Türkiye’de, 1980’li yıllar Turgut Özal döneminin liberal, batı taraflı ekonomi uygulamaları hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Neo liberal dönem olarak da adlandırılan bu dönem, klasik liberal düşüncelerin genellikle sosyal ve ekonomik liberalizm çatısı altında toplumları kalkındırmak ve refah seviyelerini arttırmak amacıyla uygulanabilir alan bulduğu dönem olarak adlandırılabilir. (Elma, 1996, s.60-67)
Liberalizm, uluslararası ilişkiler teorilerinde temel alınan teorilerden biri olarak kabul edilir. Bireye ve bireyin özgürlüğünün temel alındığı liberalizmde, devlet bireylerin mülkiyetini koruyan ve güvenliklerini sağlayan yasalar ile güçleri sınırlandırılmış bir organ görevi görmektedir. Bu bağlamda, devlet üniter yapıda değildir ve iş birliği içerisinde olarak önce bireyin sonra ise toplumsal barışın sağlanması yolunda bir araçtır. Klasik liberalizmde, bireye doğuştan atfedilen ve müdahale edilemeyen temel haklar mevcuttur. Bunlar yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakkı olarak sıralanabilir. İnsan doğası gereği rasyonel bir varlıktır ve eylemlerin sonuçlarının iyi, faydalı ya da kötü olup olmayacağını muhakeme edebilecek yetidedir. Bireyin özgürlüğü negatif özgürlük olarak değerlendirilir. Bu kapsamda özgürlüklere karşı herhangi bir müdahale ya da kısıtlamaya karşı hukukun üstünlüğü koruyucu ve bireyler arası dengeyi, eşitliği sağlayıcı bir rol üstlenir. Liberaller, hukukun üstünlüğüne ve düzenleyici rolüne bağlıdırlar, bu nedenle toplumlar anayasal düzen ile devletin uygulayabilecekleri hak ihlallerine ve şiddete karşı bireyin temel haklarını güvence altına alırlar. Bu manada, John Locke hukukun olmadığı yerde özgürlük de yoktur argümanı ile devletin koruyucu bir kurum olarak var olması gerektiğini savunur. Klasik liberaller ve iktisatçı liberaller birbirlerinin etkisi altında kalmışlardır. Ekonomik özgürleşmeyi savunan Adam Smith, piyasanın herhangi bir müdahaleye ihtiyacı olmadığını, bireylerin özgürlüklerinin serbest piyasa ekonomisi modeli ile desteklendiğinde gelişeceğini savunmuştur. Bu savunmasını ile piyasaları doğal olarak kontrol eden bir güç olduğu anlatısını destekleyen görünmez el kavramı ile desteklemiştir.
KAYNAKÇA
Balkaya, E. Klasik Liberalizm, Kırklareli Üniversitesi.
Ekici, A., Kurtağzı, T., Tunç, S., (2021). John Locke’un Mülkiyet Kavramına Yönelik Bir Değerlendirme.Troyacademy 6 (2), s. (503-520), https://doi.org/10.31454/troyacademy.884858
Bozkurt. E. (2007). Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Denemesinin Günümüze Yansıması, Anayasa Yargısı 24, Kırıkkale Üniversitesi. s. (502-522).
Çetin, H. Liberalizmin Temel İlkeleri, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 s. (19-236).
Hovden, E. (2002). Liberalism at the Global Level: Solidarity vs. CooperationThe Globalization of Liberalism, p. (75–98).
Elma, F. (1996). Liberal Düşüncenin Gelişim Süreci ve Türkiye’ye Yansıması. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. s. (5-180)
Erdoğan, M. (2009). Liberalizmin Tarihi ve Felsefi Temelleri. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/484754
Heywood, A. (2016). Siyasi İdeolojiler, çev. Levent Köker, Ankara: BB101 Yayınevi.
Horwitz, S., Yayla, A. (2011). Smith’ten Menger’e ve Hayek’e: Kendiliğinden Doğan Düzen Geleneğinde Liberalizm. Çeviren: Atilla Yayla. Liberal Düşünce Dergisi, (64), s (91-106). https://dergipark.org.tr/en/pub/liberal/issue/48185/609819
Meiser, W.j. (2018). Introducing Liberalism in International Relations Theory, University of Portland, USA. https://www.e-ir.info/2018/02/18/introducing-liberalism-in-international-relations-theory/
Pınarcı, E. (2013). John Stuart Mill’in Liberalizm Anlayışı. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Locke,J. (1823). Two Treatises of Government. Encyclopedia Britannica, Britannica, The Editors of Encyclopaedia. https://www.britannica.com/topic/Two-Treatises-of-Government.
Smith, A. (1985). Ulusların Zenginliği, Çeviri: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan
Yayınları, İstanbul.
Tucker, D.F.B. (1994). Liberalism and the Rule of Law. In: Essay on Liberalism. Nijhoff International Philosophy Series, vol 51. Springer, Dordrecht. https://doi.org/10.1007/978-94-011-1096-9_8
-
Doğal haklar, insanların sadece doğdukları için haklara sahip oldukları fikridir. Yaşam hakkını temel hak olarak görür. Hakları ise (hayat, özgürlük, mülkiyet) olarak üçe ayırır. ↑